Türk-Amerikan ilişkileri tarihinin en önemli dönüm noktalarından birinden geçiyor. Son yıllarda sıklıkla duyulan ve her seferinde ya ertelenen ya da semptomları giderilen kriz bu sefer çok farklı bir boyutta karşımıza çıkıyor.
Son yirmi yıldır gitgide derinleşen ve kronikleşen güven bunalımı artık somut sonuçları olan bir vakaya dönüşmek üzere. İki NATO müttefiki arasında şimdiye kadar yaşanan en ciddi krizlerden biri olan bu durum sadece iki ülke ilişkilerini değil, aynı zamanda ittifak sistemleri ve müttefiklerin birbirinden beklentilerini de değiştirecek boyutta. Bu sefer konu Türkiye’nin Rusya’dan almak istediği S-400 hava savunma sistemleri ve ABD yönetiminin Türkiye’nin bu kararına verdiği tepki. Bugün dünyanın farklı ülkelerinde en önemli dış politika krizlerinden biri olarak ortaya konulan bu krizi daha iyi anlayabilmek ve sonuçlarını değerlendirebilmek için, bu krizle ilgili üç ayrı noktayı yeniden hatırlamakta fayda var.
Kriz yeni değil
Birincisi krizin başlangıç noktasıyla ilgili. Her ne kadar bugün bazı uzmanlar meseleyi sadece S-400 alımından ibaret bir konu olarak görüp Türkiye’nin bu kararını ikili ilişkilerin geldiği durumun en önemli müsebbibi olarak gösterse de, ikili ilişkilerdeki türbülans 2017’de Ankara’nın verdiği S-400 kararıyla başlamış değil. Bugün ABD’de ikili ilişkiler konusunda söz söyleyenlerin, ABD’nin Brunson olayından büyük bir hayal kırıklığına uğradığını ve S-400 alımı kararından sonra Türkiye’nin tam da güvenilir bulunmadığını ifade etmesi, ikili ilişkilerdeki mevcut krizler hakkında pek de bir şey anlaşılamadığını ortaya koyuyor.
Türkiye’nin milli güvenliğine ve toprak bütünlüğüne kastetmiş ve kendisi tarafından da terörist kabul edilen bir grubun Suriye kolunu destekliyor olması, aslında ABD’nin ikili ilişkilerde görmek istemediği tarihi bir krizdi. Tıpkı ABD’nin 15 Temmuz darbe girişimine verdiği skandal tepki ve sonrasında Gülen’in iadesiyle ilgili atmadığı adımlar gibi. Halkbank meselesi, Suriye’de tutulmayan sözler ve Afrin operasyonu gibi kimi kritik anlarda ABD tarafından sürekli olarak ifade edilen “kaygı”, aslında bu krizin birer parçasıydı. Hatta bir NATO üyesi ülkede vize işlemlerini durdurmak, aynı müttefik ülkenin bakanlarına uygulanan yaptırım ve ABD’nin vatandaşlarına Türkiye’ye seyahatleri hakkında yapılan uyarılar, bu krizin farklı semptomları olarak ortaya çıkmıştı. Bugün S-400 konusunu büyük bir kriz olarak gören bazı çevreler, aslında Türkiye’de ABD’ye karşı oluşan bu güven bunalımını yeterince göz önünde bulundurmuyorlar. Hatta Türkiye’yi S-400 almaya icbar eden sürecin arka planında Kongre’deki bazı çevrelerin de içinde olduğu bir kesimin Türkiye’nin ABD’den silah almasını zorlaştırmasının etkisi bile yeterince irdelenmedi. Şimdi bu kritik anda krizi S-400’e bağlamak ve Türkiye’nin bu kararını sorgulamak oldukça sorunlu bir anlayışa işaret ediyor.
Krizin temelinde Kongre var
Aslında ABD’nin hasımlarına yaptırım yoluyla karşı koyma yasası olarak bilinen CAATSA temel olarak ABD’de iç politik çekişmelerin ve kavgaların sonucu ortaya çıkmış bir yasa. Özellikle 2016 seçimleri sonrasında ortaya atılan Rusya’nın seçimlere müdahalesi tartışmalarında Kongre’nin aktif bir rol oynayarak hazırladığı bu yasa Trump tarafından hiç olumlu karşılanmamıştı. Hatta o dönemde Trump’ın İletişim Direktörü olan Scaramucci Trump’ın yasayı iptal edebileceğini dahi söylemişti.
Yasanın büyük bir çoğunlukla geçmesinden sonra böyle bir ihtimalin kalkması üzerine, Beyaz Saray bazı şerhler koyarak yasayı imzalamak zorunda kalmıştı. İlk andan itibaren büyük tartışmalara yol açan yasa için bazıları “Kongre diktası” ifadesini dahi kullandı. Dolayısıyla bugün Türkiye ile ABD’yi karşı karşıya getiren yasanın temelinde, Kongre’nin (özellikle Rusya ile ilişkiler konusunda) Trump’ın alanını daraltma kaygısı ortaya çıkıyor. Bu konuda şimdiye kadar yapılan tartışmalarda verilmek istenen, neredeyse yasanın Türkiye’ye karşı hazırlanmış olduğu algısıydı. Ancak yasaya atfedilen stratejik ve jeopolitik önem, yasanın hazırlandığı dönemde ne kadar gündemdeydi belli değil. Önemli bir NATO üyesiyle ilişkileri bu kadar germesi ve ABD yönetiminin son yıllarda yaptırımlarla dünyaya nizam verme çabası ve bunun oluşturduğu olumsuz atmosfer göz önüne alındığında, bir iç politik krizin sonucu olarak bir dış politika bunalımı daha açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir iç politik krize kurban edilmeye çalışılan ABD-Türkiye ilişkilerinin tamamen sarsılması durumunda, “sorumlu kim” denildiğinde, şimdi bu konuda şahitlik yapan kimi çevreler ne diyecek, kimse bilmiyor. Askeri müdahalelerde sergilenen sorumsuzluk, plansızlık ve uzun vadeli düşünme kısırlığı sonrasında ABD’nin hem iç politik kaygılara hem de aşırı yaptırımlara dayanan dış politikası, önümüzdeki dönemde dış politik fiyaskolara örnek olarak verilebilir.
Kriz kimseye fayda sağlamaz
Bu kriz sırasında Türkiye’ye yöneltilen tehditler, yaşanan gerilimin sadece Türkiye’ye zarar vereceği izlenimini ortaya çıkarıyor olsa da, aslında bu tür krizler, kimin daha çok kaybettiğini belirlemenin oldukça zor olduğu, kazananı bulunmayan sonuçlar ortaya çıkarıyor. Aslında herkes birlikte kaybediyor. Ama bazıları neler kaybettiği konusunda bilinçli bir hesap yapamıyor. “Kaybet-kaybet” durumu tüm çıplaklığı ile ortaya çıkıyor. Türkiye’yi tehdit eden ABD yönetimi, Türk kamuoyu ve Türkiye devletiyle ilişkilerinin yanında, diğer müttefiklerin de ABD’ye bakışını etkileyecek bir adım atmaya hazırlanıyor.
“Güvenilir müttefik” ibaresinin artık ABD için kolay kolay söylenemeyeceği yeni bir döneme giriyoruz. ABD’nin müttefiklerine ne yaptığını gören diğer devletlerin, ittifak ilişkilerine girerken çok daha dikkatli olacağı bir dönem olacak bu. NATO’da bu durumun yaratacağı krizi henüz konuşmaya başlamadık bile. Orta Doğu halkları bu adımı, bölgenin en önemli devletinin ABD tarafından istikrarsızlaştırılması olarak yorumlayacak ve bölgeye yeni bir müdahale olarak görecek. Tüm bunların yanında, Türkiye’ye kaybettirmeye çalışırken ABD’nin de hiç hesap etmediği kayıpları olduğunu göreceğiz. Kriz Trump ve Erdoğan’ın yapacağı görüşmeyle de çözülemezse “kaybet-kaybet” süreci resmen başlamış olacak.
Tüm bunlar aslında girilen çıkmazı ortaya koyarken iki ülke ilişkilerinde beklentinin düşüklüğü de önemli bir fırsat sunuyor. Yapılacak olumlu bir açıklama ve sonrasında eyleme dönüştürülecek bir planlama, iki ülke ilişkileri için bir rahatlama yaşatacak. Kritik nokta, ABD’nin mevcut buyurgan ve empoze edici sesinin artık dünyada bir karşılığının olmadığını anlaması. İşaret edildiği üzere, ikili ilişkilerde birçok farklı başlık çözüm bekliyor ve yeni bir çözümsüzlüğün ortaya çıkaracağı maliyet gittikçe büyüyor. ABD yönetimi, birçok yerinden düğümlenmiş bu bağı, düğümleri daha da sıkacak hamlelerle çözmeyi düşünüyorsa, bu süreçte kendi vereceği kayıpları yeterince göz önünde bulundurmamış demektir.
YORUMLAR