'Burak, Beril'i anlatıyor'

Yazarımız Beril Yaşar, 'Burak, Beril'i anlatıyor' isimli yazısını kaleme aldı...

Geçtiğimiz Pazar hayatımın en büyük ödüllerinden biri geldi. Aslında mütevazi olmadan konuşmak gerekirse buna benzer bir çok sihirli an yaşadım.

Bir şeyi ara girdi olmadan saf niyetle isteyince oluyormuş gördüm. Malum hocalığı ne kadar istediğimi nasıl uzun bir sabırla beklediğimi bilmeyen kalmamıştır sanırım. Yine de özlemini çektiğim yıllara inat tekrar tekrar yazayım. Yazayım ki her gencin kulağına küpe olsun kalplerinin seslerini dinlemek. Çünkü herkes bu dünyaya yüreğinin sesini dinlemek için geldi. Çünkü sadece yürekte insanın kendini gerçekleştirmeye giden yolun sesleri vardır zihinde değil. Zihin başkalarının sesidir.

Hayattaki coşkunuz, şükrünüz, aşkınız özbenliğinizin sesini duyabildiğiniz kadardır. Ve elbette hayat bütünü görebilme sanatıdır. Yani çekilen bütün bu acıların, kötülüğün, huzursuzluğunda bir anlamı olmalı. Hatta sakın huzura ve coşkuya giden yol buralardan geçmesin!!! Farkında olan insan hayatı bütünüyle okur, egodakiler şikayet eder. Benim yapmaya çalıştığım Tarih dersini fona koyarak farkındalık dersi vermek. Çoğu zaman arkadaş gibi.

 Ben huzuru hayatıma anlam geldikten sonra buldum. Anlam bana iki şekilde geldi. İlki çocuğumun doğması, ikincisi 2015’in Şubat ayından itibaren derslere girmemle. Yaradan bana dedi ki “Sana emanetlerimi gönderiyorum, bakalım onlara iyi bakabilecek misin!” Her an bu sorumluluğun farkındayım ve hayattaki huzur tam da buymuş meğer! Zincirin bir parçası olduğunu hissetmek. Düşünsenize dersin birinde bilgisayarda program yazıyorsunuz o program kaç milyon insanın hayatına dokunacak ilerde, ya da basit bir matematik förmülü kaç yatalak hastanın hayatını kurtaracak. Yaşadığımız her olayın bir anlamı olmalı ve ne ilginç bu anlamdan uzaklaştıkça sağlıksız ego tatmini başladıkça geliyor bütün ruhsal sıkıntılar.

Bir gün bana mesaj attı “Hocam konuşabilir miyiz size anlatmak istediklerim var” diye.. Oturduk konuştuk. İçinden mucizeler çıktı. Her yazısını okurken masalın içinde hissettim kendimi. İşte o yazılardan biri. Bu sefer beni anlatmış. Sizi bu güzel yazı ve bu güzel adam Burak Çağa ile başbaşa bırakıyorum:    

“Benim hikâyelerim hüzün kokardı. Aşk için yazılmış şarkılar çınlardı kulağımda. Yazarken boğulurdum satırlarda. Bugün başka bir hikâye anlatmak istiyorum. Bugün hayatı yaşamayı öğrenebilmiş ve öğretmek arzusuyla yanan bir bilim kadının hikâyesini anlatmak istiyorum. Birkaç gün önce izin aldım yazmak için onu. Çekingen bir tavırla sordum, geri çevirmedi. Onu yazmam için tanımam gerekiyordu. Toplasan istemeyerek oturduğum bir tahta sırada beş saat dersini dinlemişimdir. Beş saat sadece oturup dinlediğin bir insanı tanıman mümkün değil. Ama ne o sıradan biri ne de aktardıkları sıradan. Ve ben onu daha ilk dersten tanıyorum. Sanki içimden geçenleri okur gibi anlatıyor hayatını. Kurduğu cümleler yüzüme tokat gibi düşüyor. Baktığında karşında olgun bir kadın görürsün ama mümkün değil. O hala bir çocuk gibi duruyor. Belli aşk ile yapıyor işini, severek yaşıyor. Ve aşk sadece bir çocukluk halidir. Belli ki yağmurun inceden yağdığı havalarda, akşamları çıkıp yürümeyi seviyor ıslak sokaklarda. Fazla da değil biraz üşüyor işte ve üşümek herkese iyi gelir. Rüzgâr tüm acılardan sert eser o anlarda ama içinizi ferahlatarak geçer bu sefer. Ceket giydiğinizi sanırsınız ama tüm şikâyetlerinizi ve acılarınızı geçirirsiniz üzerinize ve bırakırsınız rüzgâr işini yapar. Tek, tek temizler üzerinizde ki tozları sizi ferahlatır. O da benim hayatımda bir rüzgâr gibiydi. Sabahın gölgesinde duruyordum ben, küçük esintiler gelip geçiyordu üzerimden. Kocaman bulutlar güneşe gölge yapmış düşürmüştü beni ortasına. Sert bir rüzgâr gibi esip bulutlarımı kaldırdı. Beni güneşe hapsetti, aydınlığın içindeydim artık. Ve aydınlık, ışığın içinde gizliymiş. O, büyük bir ışık.

     Fazlasıyla büyük bir düşünce yapısı duruyordu karşımda ve ben insanların ölümleri gördükçe büyüdüğüne inanıyordum. Mesela en çok babamız öldüğü zaman büyürüz bizler. O genç yaşında fazlasıyla büyüktü. Çok ölüm gördüğünü sanmam ama kendi mutsuzluğunu görmüştü. Bin ceset görmeye bedel. Çünkü bir ölüm bir gün olur. O her gün ölmüş.  Bir evlilik geçirmiş, nice küslüklerle süslemiş güler yüzünü. Sevdiklerine bile küsmüş ama bırakmamak üzere sarılmış vakti gelince sevginin gücüne daha çok inanmış olmalı o zamanlar. Kazımalı diyor bazen her şeyi herkesi.

     Kurabileceğim en güzel cümleler geçiyor aklımdan, yavaş, yavaş anlamlarını bulup. Ama hepsini tek seferde kullanıp bitirmek istemiyorum. Ve ama en güzel cümlelerimi kurmadan onu anlatamıyorum.  Bir şeylere benzetmek istiyorum en çok da, ama güzel olan neye koysam benziyor, dünya da kötülük adına ne varsa da koyun onu, papatya açıyor bu sefer de o kötülüğün içinde. O yüzden sonsuzluğa benzetiyorum onu. Sona en çok yakın olduğumuz zamanlarda.  İnsanların hayatlarına etki etmekten korkmuyor. Kendi hayatını başarılmış bir zafer gibi anlatıp gururlanıyor. Şu hayatta, hayata dair verilecek en güzel örnek belki de.  Bir ormanda geziyorum ben. Gök mavinin üzerinde, kızıl bulutlar. Ay devam ediyor yükselmeye, etrafını beyazın saflığı sarıyor. Ağaçların arasında yürüyorum, dallarını kırmadan. Ciğerlerime yeşilin kokusu doluyor. Otların kapladığı toprağa uzanmak istiyorum. Şelaleden su sesi geliyor. Kuşlar uyuyor ve göğün mavisine bakıp huzur bulmak, şarap kızılında sarhoş olmak istiyorum. Benim içimde ki sonsuzluğun tanımı bu. Ve bu sonsuzluk sadece ender kişilerle temellendi. O bu ender kişilerin başında bile gelebilir. 

    Ve ben, insanları ve havası sıcak olan bir kıyı şehrinde doğdum. Sıradan bir ailenin sıradan bir çocuğu olarak yaşadım. Bu hayatta olmamın bir sebebi vardı elbet de ama bunun ne olduğunu asla bulamıyordum. Küçük yazılar karalamalar ile hayatıma devam edip, oradan oraya savruluyordum. Tanıdığım insanlar, yaptığım seçimler hepsi birer tesadüf gibi işliyor ve ben hep şikâyet halinde atakta bekliyordum. Onu tanıyınca anladım ki; hayatıma giren insanlardan tutunda, yediğim yemeğe, dinlediğim şarkıya, okuduğum kitaba kadar her şeye ben karar vermişim ve hepsi benim içimdeki beni ortaya çıkarmak için sistemleşmiş. Bir iki cümle kurup hayatımı değiştirdi. İçerimde, bir yerde mahkûm ettiğim beni bulup özgür bıraktı. 

    Hayatı hep arabanın arka koltuğunda oturup, arka camdan dışarıya bakmaya benzetmiştim. O öğretti ki hayat o arabanın direksiyonuna geçince başlıyormuş. Ve ben direksiyonda oturmaktan hep korktum. Korkumda önümde ki tümsekmiş sadece öyle söyledi. Ve ben artık ne direksiyona oturmaktan korkuyorum ne de o tümsekleri ezip geçmekten. Ama o kendi direksiyonunda boşuna oturmuyor. Yavaş gidiyor, kim varsa yol kenarında bekleyen, alıp götürüyor. Gidecekleri yeri biliyor ve orada bırakıyor. Kendi yollarına devam etsinler diye.

    Şehirlere benziyor insanlar, mesela ben şehrin karanlık sokaklarıydım. Dışımda hep bir kavga ama içimde hep buruk bir yaşanmışlık vardı. Böyle olur diyordum, böyle olmalı. Ama onu gördüm. O da ben gibiydi ama o bir adaya benziyordu. Denizin ortasına kendiliğine bırakılmış, yalnız ve acılarıyla. Savaşır gibi tüm dalgalarla ama dışarıdan bakınca güneşin doğuşundan batışına tamamı ile bir hayranlık odağı. Yunan adaları gibi aynı sıcak ve huzurlu, dört harfli bir ada gibi adaletli ve zenginliğini gönlünün güzelliğine saklamış. Artık bende o karanlık sokaklardan çıplak ayakla geçiyorum. Bitiriyorum sokakları lambaların altından geçerek. Bir ada oluyorum yavaş, yavaş. Yarım bir adaya benziyorum şuan. Tam olmak için savaşıyorum. Ve vahşi savaşımda gücümü niyetimin saflığından almamı öğütlüyor o bana. Sadece tarihi, yaşamayı öğretmiyor savaşmayı da anlatıyor. En onurlu savaşı o veriyor ama. Renk körü olan bizlere gökkuşağının eşsiz renklerini anlatmaya çalışıyor. Kalbimize sevgi ekiyor. Hiç olmazsa kendinizi sevin diyor. Kendimizi sevince seveceğiz her şeyi, biliyor. Ben şanslıydım belki de sevmeyi öğrenmiştim öncelerden. Güzel sevmek gerekirdi. Mesela kitaplar gibi sevmiyordu o. Bazı şeyleri değiştirebiliyor, bazı şeyleri gösterebiliyordu. Kitaplar gibi yakılıyor, tartışılıyor, yasaklanıyordu. Ama her zaman sırt çantasında bir miktar sevgi bulunduruyordu.

    Ve bende şimdi geceleri gözlerimi kapattığımda, tozlu rafları, eski kitapları olan bir kütüphanede uyanıyorum. Üzeri kazınmış ceviz ağacından bir masada, önümde tek bir kitapla bekliyorum. Onun kütüphanesi burası, onun kitabı önümde bekleyip duran. Açıp okumak istiyorum. Karanlığın içinde ki ışığa, hayatın içinde ki sevgiye, birlikte yaşamayı öğrenmeye bir de buradan bakmak istiyorum…

Ve siz hocam, o eşsiz gökkuşağının renklerini, biz renk körlerine anlatmaya devam edin. Eğer olurda yorulursanız bir gün, durup dinlenin. Bizlere bakın bir korkaktan bir yazar yaptığınızı söyleyin kendinize.. Ben siyah giymeye devam edeceğim. Ve ömrüm boyunca gökkuşağının renklerinde yazmaya çalışacağım.”

                                                                                                     AHFA