Çiğdem Çiçekleri Ve Emekçi Kadınlar
Dünyaca ünlü cerrah Prof. Dr. Ünal Aydın emekçi kadınların önemine dikkat çeken güzel bir yazı yazdı. Ünal, kadınların önemini vurgulayan 'Çiğdem Çiçekleri ve Emekçi Kadınlar' adlı keyifli bir öyküyü kaleme aldı.
İşte Porf. Dr. Ünal Aydın'ın keyifli yazısı...
ÇİĞDEM ÇİÇEKLERİ VE EMEKÇİ KADINLAR
Yedi yaşlarındayım, Latmos (Beşparmak) Dağı eteklerindeki zeytinlikler…
Zeytin ağaçları, hasat zamanı, mevsimlik işçiler, genç erkekler ağaçları silkeliyor genç kızlar ise yerden zeytinleri topluyordu.
Zeynep o sapa yerdeki yaprakları dikenli çitir çalısının içinde kalan bir zeytin tanesini bile eline diken batma pahasına bir ayağı ile çitir çalısının dalına basarak sanki kırlarda çiçek topluyormuş gibi alıp sepete atıyordu.
Babam, Zeynep’e sesleniyordu ‘’Aferin kızım, bereket tam o zeytin tanesindedir.’’.
Sonradan anladım zeytin tanesi gibi bereketli olmayı.
Genç kızlar ve genç erkeklerin birbirleriyle şakalaşarak zeytin topladıklarını hatırlıyorum…
Ertesi yıl -sekiz yaşındayım- mevsim çok yağışlı ve soğuktu. Zemheri yine baş göstermişti ve bu da zeytin zamanı demekti.
Mevsimlik işçi bulma zamanı babamla annemin konuşmalarına şahit oluyorum.
-Bu yıl erkenden dağ köylerine gideyim de en çalışkan gençleri alıp getireyim, dedi.
Annem:
İyi olur geçen yıl ki çocuklar çok iyiydi, dedi. Babam:
Yarın hemen gideyim… der demez hemen atladım konuya ‘’Ben de gitmek istiyorum!’’ diye. Önce annem sonra babam itiraz etti ‘’Yolun yarısından sonra yürüyerek gitmek zorundayız.”dedi babam.
Olsun ben yürürüm, dedim. Annem: - Sekiz yaşındasın dört-beş saat nasıl yürüyeceksin, dedi…
Ben yürürüm diye itiraz ettim babam dayanamadı ‘’Tamam gel.’’ dedi.
Sabaha kadar uyuyamamıştım, heyecandan.
Ertesi sabah 54 model tuzla jeep ile yola çıktık. Dağ köylerine doğru yaklaşık iki saatlik yer yer çamurlu yer yer taşlı toprak dağ yollarından ilerledik. Beşparmak Dağının Milas tarafından dağa doğru çıkıyorduk. Yol üstünde kimi köylerden geçtik en son noktada şoför arabayı bir derenin önünde durdurdu. ‘’Buradan sonra yürümek zorundasınız efendim’’ dedi şoför. Babam biliyordu zaten yolun bittiğini. Keşke arabanın geçtiği köylerden işçi bulsaydık baba dedim. Babam, o köyler zengindir işçi çıkmaz oralardan, daha yukarıdaki köylere gitmeliyiz dedi.
Yürümeye başlamak için önce önümüzdeki gürül gürül akan dereyi geçmemiz gerekiyordu. Neyse ki yaklaşık yüz metre kadar aşağıda su büyük kayalıkların içine kayboluyordu ve orada kayalardan doğal bir köprü oluşmuştu, oluşan köprüyü kullanarak dereden kolaylıkla geçebilmiştik.
Yaklaşık dört saatlik yürüyüşten sonra dağ köylerinden ilkine ulaştığımızda akşam olmuştu. Neyse ki o köyde eski mevsimlik işçilerimizden Hüsnü amca vardı. Babam Hüsnü amcanın evini köy meydanındaki gençlerden birine sordu. Bir tanesi önümüze geçti ve bizi Hüsnü amcanın evine çat kapı götürdü. Bu tür davetsiz misafir buralarda gayet normaldi.
Hoşbeşten sonra babamla Hüsnü amca eski hasat zamanlarında nasıl çok zeytin topladıklarından uzun uzun bahsediyorlardı. Aynı zamanda dışarıda çok şiddetli yağmur başlamıştı. Babam iyi ki burada kalmışız yoksa diğer köye ulaşmamız zor olurdu, dedi. Hüsnü amca zor değil artık Aydın tarafından yeni yol yapıldı yolumuz var artık, dedi. Sabah o köye araba ile gidebilirsiniz dediğinde çok sevinmiştim. Çünkü ayaklarım zonkluyordu.
Hüsnü amcalar bize çok ihtimam göstermişti. Gece bizim için hazırladıkları yünden yer yatağı, kenarları kanaviçeli yatak örtüsü ve bağcıklı yastık mis gibi kekik kokuyordu, belki de ağır misafirler için kekikli bohçada saklanıyordu o yatak kim bilir. Bana kendi çocuklarının pijamasını vermişlerdi, boyum biraz uzun olduğu için pijama biraz kısa gelmişti.
Yatağa ilk girdiğimde biraz soğuktu ama sonra babam beni ısıtmıştı.
Gece yarısı olmuştu çişimin geldiğini hissetiğimde uyandım. İlk önce nerede olduğumu hatırlayamadım sonra babamın kokusundan bir anda babamla yattığım ve misafir olduğumuz aklıma geldi. Baba çişim var, dedim. Babam ‘’Tuvalet dışarıda…’’ dedi.
Babam kapıya kadar çıkardı, ‘’Tuvalet karşıdaki kulübe’’ dedi. Kapıdan kimin olduğunu bilmediğim kadın terliklerinden giydirdi, arkamdan el feneri ile yolu aydınlattı ‘’Hadi git yap da gel’’ dedi. Yağmur çiseliyordu hala yerler ıslaktı haliyle ödünç giydiğim lastik kadın terlikleri ayaklarımı çamurdan çok koruyamamıştı. Tuvaletimi yapıp bir şekilde babamın el feneri ile aydınlattığı yolda çiseleyen yağmurun altında kapının önündeki sundurmanın altına ulaşmıştım. Babam ayaklarımdaki çamuru fark etti kapının önünde duran maşrapadaki suyla ayaklarımı yıkayıp içeri aldı.
Sabah olduğunda yola koyulmak için hazırdık Hüsnü amca ‘’Kerim’in oğlu Ferit askerde araba kullanmayı öğrenmiş, babası da araba alıverdi köyümüzün tek arabacısı o, sizi yukarı köye o götürecek.’’dedi.
Ferit’in arabasının arkasına diğer yolcular oturdu babam önemli adam diye bizi şoför mahaline oturttu. Yola çıktık biraz gittikten sonra gece yağan yağmurdan sonra suyu yükselen ama çok geniş bir yüzeyden aktığı için hala sığ gibi duran adı Kocaçay olan yeni bir dereye geldik. Şoför, suların yükseldiğini ve yolcularla geçerse arabanın batabileceğini söyledi. Herkesi arabadan indirip derenin içinde dizili olan taşların üzerinden zıplayarak geçmemiz gerektiğini söyledi. Yolcuların çoğu bu duruma alışkındı ve kıvrak bir şekilde canbaz gibi taştan taşa atlayarak geçti. sonradan öğrendim burada kırk adet taş diziliymiş.Benim bu taşların üzerinden geçmem mümkün değildi. Bir kere iki taş arasındaki mesafe adımlarımdan uzundu ayrıca dengemi sağlayamazsam suya düşerdim ve akıntı beni götürebilirdi.
Neden arabanın içinde kalmadım onu da bimiyordum.
Babam durumu fark etmişti yapamayacağımı söylememe fırsat bırakmadan nasıl yapabileceğimin tekniğini uzun uzun anlattı. Taşların arasındaki mesafenin uzun olmasının aslında bir avantaj olduğunu. "Zorluklukların bazen daha bile iyi olabileceğini anlativermişti laf arasında." Mesafeyi ulaşmak için adımlarımın uzun ve hızlı olması gerektiğini hızlı olduğum zaman dengemi daha rahat koruyacağımı anlattı ve sonra ‘’Şimdi, ben önden taşları koşar adımlarla duraklamadan geçeceğim, sen de aynısını yapacaksın’’ dedi. Babamın taşların üzerinden ritmik, emin adımlarla ve çevik bir şekilde geçişi hala gözümün önünde.
Sonra babamın arkasından aynı ritmik adımlarla olmasa da biraz sendeleyerek ben de taşların üzerinden zıplayarak geçebilmiştim. Belki hayatımda geçtiğim ilk engellerden biriydi.
Neyse karşıda tekrar arabaya bindik çamurlu, yeni yapılmış, yağmurla bozulmaya yüz tutmuş toprak yollardan yukarı köye ulaşmıştık köy meydanına geldiğimizde gün kısasında öğlen olmuştu.
Köy kahvesinin önünde gençler güneşin açmasını fırsat bilip güneşleniyordu. Dışarıdaki birkaç genç dikkatimi çekmişti köyde kahvede ve birkaç Almancı evinde televizyon varmış köyde iş olmadığı için Almanya’ya işe gidenler olmuş. Neyse dikkatimi çeken gençler çok ilginçti yaşım küçük diye mi yoksa hepsi yumurta topuklu ayakkabı giydiğinden mi bilmem hepsi bana uzun boylu gelmişti.
Dışarıdaki gençlerden birinin yumurta topuklu mavi beyaz kundurasının önü taşlı yollarda yürürken ne kadar aşındığı dikkatimi çekti. Düşük belli hafif gri yeşilimsi pantolonun üzerinde çift ütü izi çamurlu İspanyol paça ile tamamlanıyordu. El örgüsü kazak altındaki uzun yakalı çiçekli gömleğin iki düğmesi kış olmasına rağmen açıktı. Alnı kabartılmış omuzlara kadar uzamış saçlar limon suyu ile şekil verilmiş olmalı ki uzaktan yapış yapış olduğu fark ediliyordu. Asıl çok ilginç gelen omuzdaki çift hoparlör ve çift kaset çalarlı teypten gelen arabesk müzikti, hafif hafif müziğin ritmine uyum sağlamaya çalıştığını fark etmek zor değildi.
Öte yanda bir başka genç elinde tek hoparlörlü, tek kaset çalarlı, saplı bir teyple duruyordu. Onun biraz daha fakir olduğunu düşündüm çünkü pantolonunun dizinde ve arkasında eskiyen yerlerine yama ile revizyon yapılmış onun teybinden daha yanık bir arabesk şarkı geliyordu ve diğer teybin sesine karışıyordu.
Neyse biz gelince babamı tanıyan eski işçiler bizi karşıladı. Gelin içeri, dediler. Köy kahvesinden içeri girdik ortada varilden yapılmış odun sobası vardı. Sobanın etrafın bir grup otuyordu birkaç yaşlı adam ise yandaki tahta kanepede oturuyordu. Pencerenin önüne doğru iki üç genç daha temiz giyimli takım elbiseli biraz da oturaklı görünüyorlardı. Biz içeri girince hepsi ayağa kalktı ve babama doğru ‘’Hoş geldiniz beyim’’ dediler.
‘’Buyrun oturun çay kahve için. Yolculuğunuz nasıl geçti? Hayırdır?’’ sebebi ziyaretimizi sormadan yaşlılar mevsimlik işçi için geldiğimizi anlamış zamane gençlerinin çalışmak istemediğinden dert yanmaya başlamışlardı bile.
Bu arada ben gözlemlerimi devam ettiriyordum. Bir anda pencerenin önünde daha temiz giyimli gençlerin el dikimi yelekli takım elbiselerinin yakasındaki ipe sıkıştırılmış minik çiçek demetleri dikkatimi çekmişti. Babamın kolundan çekiştirip o çiçekleri neden taktıklarını sorduğumda babam o koyu sohbeti bölüp bana gülümsedi ‘’Onun anlamını sana en iyi Şükrü amcan anlatır’’ dedi ve tam karşısında oturan ağzı iyi laf yapan günlük tıraşını olmuş adamı işaret etti.
Babacığım kıvrak bir zekayla hem benim büyüklerin sözüne karışma gibi patavatsızlığımı bertaraf etmiş hem de konuşmayı çok seven Şükrü amcayı konuda tutarak ortamı kontrol altına almıştı.
Neyse adam anlatmaya başladı. ‘’Bak yavrum bu gençler yavuklu yani nişanlı, bunların nişanlıları ile görüşmeleri uygun düşmez. Bu yüzden nişanlıları bunlara ilgisini göstermek için kırlardan topladıkları en küçük çiçeklerden, renkli ve minik çiçek demetleri yaparlar. Demette ne kadar çok çiçek olursa, ne kadar küçük çiçeklerden yapılırsa ve ne kadar çok çiçekten yapılırsa o makbuldür. O delikanlının nişanlısı daha beceriklidir. O delikanlı ise müstakbel eşinin becerikliliği ile övünür.’’ diye uzun uzun anlattı. Hatta bu çiçeklerin minik minik toplanarak kurutulup yapılabildiği gibi taze çiçeklerden de yapılabildiğini anlattı ve tekrar mevsimlik iş için kimlerin gelebileceğinin listesini yapmaya koyuldular. Bu arada dışarıdaki arabesk müzik dinleyen ve güneşlenen gençler de etrafımıza toplanmıştı. Merakla toplayıcı olarak gelecek kızların listesini takip ediyorlardı. Kendi aralarındaki konuşmalardan bir sorun olduğunu farkettim pek çoğunun platonik aşık olduğu kız listede yoktu.
Bir şekilde silkeleyicilerden oluşan erkek listesi ve toplayıcılardan oluşan kız listesi erkeklerin platonik aşık olduğu kızlar hariç oluşturulmuştu.
Bu arada kenarda oturan yakası çiçekli gençler daha rahattı, onlar nişanlıları ile gelecekti zaten. Ben hadsizliğimi hissederek merakımı dayanamayıp içlerinden en yakışıklı ve geniş omuzlu olan gencin yakasındaki en gösterişli en renkli ve en çok çiçekten oluşan ayrıca en güzel çiçek demeti gözüme ilişmişti. ‘’Baba o gencin yakasındaki çiçek nasıl güzel baksana!’’ dedim. Aynı anda Şükrü amca dediğimi duydu ve ‘’Evet, onun yavuklusu Zeynep çok becerikli ve çok çalışkan bir kızdır ama Fikret de köyün en çalışkan ve güçlü erkeğidir.’’ dedi.
Ertesi sabah akşamdan planlanan 28 kişiden sadece yavuklu olanlarla birlikte bizimle bir düzine mevsimlik işçi yola çıkabilmişti.
Platonik aşığı gelmeyen hiçbir genç gelmemişti.
Yolculuk boyunca kızlarla erkekler çok yan yana gelmediğinden dönüş yolunda fark etmemiştim. Ertesi gün zeytin bahçesinde hatırladım tüm çalışan kızları çekip çevirip en sapa yerlerdeki zeytinleri toplarken aynı zamanda minik çiğdem çiçeklerini okşayıp ‘’Ayşe! Gel burada minik çiğdem çiçeği var. Onu da al kurutursun.’’ dediğinde fark ettim Fikret’in yakasındaki çiçeklerin aslında geçen yıl bizim bahçelerden toplanan minik çiğdem çiçekleri olduğunu.
O mutlu, ümitli gençler 28 kişinin yapabileceği işi 12 kişi yapabilmişti o yıl tabi Zeynep ve Fikret onar kişilik çalışmıştır belkide her gün…
Neyse yıllar sonra öğrendim Zeynep ve Fikret’in 4 çocukları olmuş zengin olmuşlar pek çok gence ekmek kapısı olan ev yapımı turşu fabrikası kurmuşlar. Zeynep’in emekleri ile gençliğinden beri yaptığı turşu tarifini organik turşu fabrikasında Zeynep emekçi kadınlarla birlikte üretmeye başlamışlar.
Bugün Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla ameliyathanede çalışan kadınlara gelen çiçekten bir dal koparıp ‘’Pazar günü bile bir hastaya daha şifa olmak için yaptığınız fedakarlıklar ve emeğiniz için size bu çiçeği vermeyi uygun gördüm.’’ dediğinde Zeynep hemşire…
Dalıp gittim.