ENFLASYONA KARŞI GÜÇ BİRLİĞİ
Enflasyon düşer mi? Düşer elbette!... Bu konu iç ve dış hijyen faktörler ve güven ortamı ile birlikte ele alınmalıdır. Sorun, ilk olarak ilgili konuya yönelik iradenin ortaya konulması, buna yönelik programın açıklanması, piyasadaki aktörlerin bu yöndeki faaliyet ve gayreti ile yakından ilgilidir. Ekonomi yönetimine duyulan güven ve güven ortamının tesisi konusu birincil etken olacaktır.
Türkiye bir seçimden çıktı. Yeni kabine ve hükümet sistemi açısından en önemli güven hususu sağlanmış durumdadır. Şimdi kritik başarı faktörlerine bakalım:
Önce büyük fotoğraf… 2007’nin ekonomik krizi bitmedi, bütün konjonktür teorilerini alt üst ederek ikinci yedi yıla doğru ilerlemektedir. Ancak bu krizle yaşamaya alışılmış; enflasyon ve işsizlik açısından kabul edilebilir değerler de buna göre yükselmiştir. Doğal işsizlik oranının dahi yüzde altı seviyelerinden, tek haneli rakamların sonuna kadar yükselmesi bir gerçeklik haline gelmiştir. Bir de yükün büyüğü ülkemizde olan mülteci sorunu var ki bu da dengesizlikler için önemli bir etken olarak görülmelidir.
Krizin iliklerine kadar hissedildiği o ilk yıllar geçmiştir. Bütün ekonomilerdeki nisbi iyileşme vardır. Ancak bu nisbi bir iyileşme yeterli değildir. Durumu gözleyen ekonomi polisleri, alemin “sıfırcı hocaları” olan kredi derecelendirme kuruluşları, Türkiye gibi bazı ülkeler için not vermede alabildiğine cimri olabilmektedir. Sonuçta ekonomiye olan az-buçuk güven de zarar görmektedir. Zaten “güvensiz ortam”; pahalılaşan “dolar”, doların ateşini almaya yönelik “yüksek faiz”, yüksek faizin sonucu maliyetlerin artması ve enflasyon, işsizlik ve daralma… Bu arada artan ithalat ve cari açık da varsa “IMF hep yanıbaşınızda” olur…
Türkiye için asıl sorun cari açıktır. Bunun beklenen düzeye çekilmesi için ana formül “üretimde” gizlidir. Üretebilen ekonomi iç talebi karşılayabilir; iç kaynaklar yoksa dışarıdan gelir, ithalat... Bu yüzden üretimin teşvik edilmesi, ihracata dönük üretim yapılması ülkenin döviz ihtiyacının giderilmesinde önem teşkil etmektedir. Aynı zamanda üretim için yabancı sermayenin çekincelerini gidermek, sıcak paranın cazip bulduğu faiz sarmalından çıkmak, nihayetinde doların ateşini indirmek gerekmektedir. Bu da dolar talebini yönetebilmek ve dolar bolluğu sağlayabilmekten geçer.
Ülkenin fon ihtiyacının karşılanması noktasında, öncelikle istenildiği zaman, istenilen miktarda finansal kaynak bulunabilmesi önemlidir. Bankacılık kesiminin dayanıklılığı ve kredi imkanları da bu sürecin en önemli aktörüdür. Burada bankacılık sistemine giren mevduatların payı, kredi imkanları ve en önemlisi takipteki alacaklar konusu bankacılık sisteminin operasyonel yeteneğini göstermesi bakımından dikkate alınmalıdır. Bir yanda batık krediler, öte yanda dökülen şirketler piyasaları kilitleyebilir. Bunun için kredi kullandırmak kadar geri dönüşlere bakılmalıdır.
Borç sabıkası konusunda Avrupa’nın lideri Yunanistan’dır. Yunan banka müşterilerinin takibe düşen alacakları %50’yi bulmuştur. İtalya’da dahi bu oran %16’dır. Çin konusu tam bir muamma: Çin’de dahi takibe düşen alacaklar %20’ye yaklaşmıştır. Türkiye’de bankacılık sektöründeki müşteriler, borcuna sadık grupta yer almaktadır. Bu da takipteki alacaklardan bellidir. Rakamlar %3 sınırını bir miktar geçmiş durumdadır. Bu bakımdan finans sistemi kredi verme konusunda isteklidir, krediler ödenmektedir.
Bütçe açıkları ve borç stoku kamunun mali disiplin sorunu ile ilgilidir. Bu konuda Türkiye, uzun yıllardır Maastricht Kriterleri olarak adlandırılan AB kriterlerini yakalamış, hemen hemen referans değerinin yarısı seviyelerindedir. AB’nin borçlanma için kabul edilen değeri %60, bütçe açığı için ise %3’tür. Sadece, son seçim öncesi dönemde bir miktar harcama yanlısı eğilimler gelişmesi sebebiyle rakam artsa da hala daha alarm seviyesinin çok gerisindedir. Bu da ikinci yarıdaki sıkı maliye politikaları ile dengelenecektir. Mevcut göstergeler, kamu harcama politikalarının hala daha etkin bir araç olarak kullanılmasının önünde bir engel olmadığı yönündedir. Borçlanma rakamları da sınır değerlerin çok altında olması sebebiyle siyasi iktidara bir “harcayabilir alan” açacaktır. Bu yüzden şimdilik, Başkanlık sisteminin elindeki en kuvvetli araç, kamu bütçesi ve borçlanma politikası olmaya devam etmektedir.
İşsizlik, Türkiye için öteden beri devam eden bir sorundur. Çift haneden tek haneli rakamlara düşmüş olmanın psikolojisi, her ay, aylık işsizlik verileri açıklandığında hissedilmektedir. Şu da bir gerçek ki Türkiye’de işsizlik kadar işgücüne katılım da önemlidir. Yıllık 1 milyonu aşan yeni istihdam alanları oluşturulmuştur. Yaklaşık üç yıldır bu rakam korunmaktadır. Bir de mültecilerden oluşan istihdam da kayıtların güvenilirliğini etkilemektedir. 2016 için 1,2 milyon kişiye, 2017 için 1,5 milyon kişiye yeni istihdam imkanları sağlanmıştır. İşgücünün eğitim seviyesi hala daha beklenen ve istenen seviyelerde değildir. İstihdamın yarısı hala daha Orta öğretim altı seviyededir. Nitelikli üretim için bu değerler çok önemlidir.
İhracatın kg değeri hala istenen seviyelerde değildir. Dolayısıyla yüksek nitelikli istihdam olmayınca, ileri teknoloji gerektiren ürünlerin üretim ve ihracatı da yapılamamaktadır. “İhracatın kilogram fiyatı" bu yüzden çok önemlidir...
Katma değeri yüksek ürünler ihraç edilecek ki, ihracatın kilogram değeri yükselsin. ABD'de, ihracatın kilogram değeri 4.1 dolar, Almanya’da ~5 dolar, Japonya'da 3.5 dolar, Kore'de 3 dolardır.... Türkiye'de ise 2017 için 1,28 dolar hesaplanmıştır. Şimdilerde kur yükselmesine rağmen 1.37 dolar ifade edilmektedir. Görüldüğü gibi kurdaki dalgalanma piyasalardaki belirsizliği arttırmak kadar; ölçülebilirliği de azaltmaktadır.
Piyasalardaki sıkışıklık ve daralma konusuna gelince… Vergi affı ve imar Barışı konuları piyasalardan belirli miktarda kaynağı çekecektir. Ancak bu kaynakların da geri dönüşüm sistemleri, gidecek olduğu harcama alanları bellidir. Yoksa bu kaynakların hazinede istiflenmesi sözkonusu değildir. Bunu göz önüne alarak ifade edilmek istenen piyasalardaki daralma konusu çok gerçekçi bir yaklaşım değildir.
Türkiye’nin önündeki en temel sorun “Finansal kesim dışı firmaların net döviz açığı” sorunudur. Bu yükümlülük toplamda 220 milyar dolar civarındadır. Buna bir de aylık 5 milyar dolara yakın cari açık eklendiğinde, “tehdit yakındır.”
Ancak Devletler de, firmalar da birey davranışlarını sergiler… Borç ödenebiliyorsa, yönetilebilir nitelikteyse ya da yaygın kullanımı ile “döndürülebiliyorsa” sıkıntı yoktur.
Açılan kapanan şirketler konusunda Türkiye’deki “girişimcilik” hatırı sayılır seviyede yüksektir. Kapanan /Kurulan şirket oranları ~1/6 seviyelerindedir. Her yıl kapanan bir şirkete karşılık altı yeni şirket kurulmaktadır. Yaklaşık son altı yılın verileri de böyledir. Bu veriler aylık düzenli ölçümlerde de bu seviyeyi korumaktadır. Bunun anlamı işletme ve girişimcilik konusunda dinamizmin devam ettiği yönündedir. Kepenk indiren şirketler konusu ise özellikle 1990’lardan itibaren dünya piyasaları ve ekonomilerdeki değişim ve dönüşümün şirket yönetimleri tarafından doğru izlenmediğini göstermektedir. Girişimcilik ve işletmeciliği geliştirici bilgilendirme ve uygulamalarla bu oran daha da düşebilir. Aile işletmelerinin profesyonelleşmesi, Pazar araştırmalarının etkinleştirilmesi, performans sistemlerinin geliştirilmesi ve buna eklenen inovasyon konusunda firma farkındalıkları, herşeye rağmen beklenen düzeyde değildir.
Proje Bazlı Yatırım Teşvik Sistemi başlatılmış, 135 milyar TL ayrılan kaynak ayrılmış, yatırımcılar ve sektörler belirlenmiş, süreç ilerlemektedir.
TİM’in ihracatı arttırmak için, bir senedir sürdürdüğü yeni pazarlar stratejisi “Rota: Güney Kore” ile başlayıp; Fildişi Sahili, Brezilya ve Avustralya ile devam etmektedir ve sonuçları itibariyle önem atfedilen bir çalışmadır.
Nihayetinde ekonomi başta moral işidir. Halkın keyfi kaçtığında nasıl ki her şey önemini yitirir; firmaların da desteklenmesi, özellikle uç-beyi gibi çalışan ihracatçı firmaların da özendirilip teşvik edilmesi önemlidir. Enflasyon gibi bir hastalığı aşmanın yolu da yüksek moral değerleri ve güven ortamından geçmektedir.