İSRAİL'DE KOALİSYON PAZARLIKLARI
Son derece ayrıştırıcı sağ bir söylemle yürüttüğü seçim kampanyası sonucunda ortaya çıkan tablo, Netanyahu'nun istediği gibi bir koalisyon kurmasına imkan verebilir. Ancak süreç içerisinde kaza yapma ihtimali de var.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu 9 Nisan 2019'daki seçimlerde en fazla oyu alarak başbakanlığının beşinci dönemini de garantilemiş oldu. Böylelikle İsrail’in bağımsızlığını ilan ettiği 1948 yılından bu yana en uzun süre başbakanlık yapan siyasetçi olarak tarihe geçmesi oldukça yüksek bir ihtimal. Tabii eğer hakkında açılan soruşturmalardan kurtulabilir ve İsrail’in yeniden seçime gitmesine gerek kalmadan başarılı bir koalisyon kurabilirse. Son derece ayrıştırıcı sağ bir söylemle yürüttüğü seçim kampanyası sonucunda ortaya çıkan tablo, Netanyahu’nun istediği gibi bir koalisyon kurmasına imkan verebilir. Ancak süreç içerisinde kaza yapma ihtimali de var.
Seçim sonrasında Netanyahu koalisyon kurmayı başarır ve yargılanma meselesini de siyasal hegemonyasını kullanarak bir kenara koyabilirse kendisini bekleyen meselelerden biri de Batı Şeria işgalinin ilhaka çevrilmesi olacak.
Geçen dönem hükümette savunma bakanı olarak yer alan ve koalisyondan ayrılarak İsrail’i erken seçime sürükleyen İsrail Evimiz Partisi Genel Başkanı Avigdor Lieberman, 9 Nisan’daki genel seçimlerde istediği başarıyı elde edemeyen figürlerden biri. Son seçimde sekiz sandalyeyle parlamentoda yer bulan ultra-ortodoks bloğuna saldırdı ve Netanyahu eğer partisinden koalisyon desteği istiyorsa ultra-ortodoks Yahudilerin askere alınmasına dair yasayı parlamentodan geçirmesi gerektiğini söyledi. Ultra-ortodoksların oluşturduğu “Birleşik Tevrat Yahudiliği” isimli siyasi blok da eğer dindar Yahudilerin askere gitme zorunluluğu parlamentoda gündeme gelecekse “İsrail’in yeni bir seçime hazırlanması gerektiği” şeklinde bir yanıt verdi. Dolayısıyla Netanyahu’nun kurabileceği sağcı bir birlik hükümeti koalisyonunu süreç içerisinde yönetmesi o kadar da kolay olmayabilir.
Netanyahu dokunulmazlık peşinde
Seçim sonrasındaki dönemde Netanyahu’nun masasında duran belki de en önemli dosya, geçmişte yaptığı yolsuzluk ve usulsüzlüklere dair yargılanma ihtimali. Bu noktada aklından geçenler henüz diline düşmese de birlikte koalisyon kuracağı partiler Netanyahu’nun kendilerinden ne isteyeceğini kestirebiliyor: Dokunulmazlık yasası. Böyle bir yasa kabul edilirse Netanyahu başbakanlık koltuğunda oturduğu sürece yargılanamaz bir pozisyonda olacak. 2005’e dek İsrail’de böyle bir yasa mevcuttu. Ancak 2005’te yapılan bir değişiklikle bu durum tersine çevrildi ve parlamentoda çoğunluk aksi yönde görüş bildirmedikçe bütün Knesset mensupları yargılanabilir hale geldi. Şu anda Netanyahu’nun ihtiyacı olan şey de 2005 öncesindeki durum, yani yargı dokunulmazlığı. Her ne kadar bu tarz bir yasanın yeniden çıkarılma ihtimali şimdiden Netanyahu muhalifleri tarafından çok büyük bir tepkiyle karşılanıyor olsa da müstakbel başbakanın potansiyel koalisyon ortakları durumun düşünülebileceğine dair sinyaller veriyor. Tabii son kertede kabinede hangi koltuğa kimin oturacağını, yasaya nasıl bir destek verileceğini belirleyecek. Zira bu isimlerden bazıları genel seçimlerden önce Netanyahu’yu zayıflatabilmek adına böyle bir yasaya kesinlikle karşı çıkacaklarını söylemişlerdi. Ancak seçimlerin sonrasında ortaya çıkan manzara İsrail sağında herkesin geleceğinin Netanyahu’nun ellerinde olduğunu bir kez daha ortaya koymuş oldu.
İsrail gibi parçalı bir toplum yapısı olan ve sürekli olarak çok ortaklı koalisyonlarla idare edilen bir ülkede 1977’den bu yana egemen olan sağ kanat toplamda 13 yıldan uzun bir süredir Binyamin Netanyahu’nun yönetimi altında yoluna devam ediyor. Öyle ki kısa bir süre sonra Netanyahu görev süresi itibarıyla İsrail’in kurucu figürü David Ben Gurion’u dahi geçmiş olacak. Dolayısıyla bir gelecek tahmininde bulunabilmek için Netanyahu’nun pozisyonunu yıllar içinde nasıl sağlamlaştırdığına bakmak gerekiyor.
Netanyahu’nun pozisyonunu sağlamlaştıran temel hamle, başbakanlığı ilk üstlendiği dönemden başlayarak yürüttüğü ekonomik açılım. 1996’da ilk hükümetini kurduğunda İsrail, bütçesinde dengesizlikler ve açıklarla boğuşan, ABD’nin sürekli yardımlarıyla ayakta kalabilen bir ülkeydi. Kuruluşu itibarıyla sosyalizm temelli, kamu kurumlarının önemli roller üstlendiği İsrail’in ekonomik sisteminin değişmesi gerektiğini düşünen Netanyahu, ABD’de aldığı eğitim ve edindiği piyasa tecrübesinin de desteğiyle İsrail’i büyük ölçekli bir özelleştirme sürecine soktu ve piyasa üzerindeki devlet kontrolünü sona erdirdi. Günümüzde dahi çok ağır bir bürokrasiye sahip olsa da Netanyahu o dönemdeki bürokrasinin ölçeğini epeyce küçülttü. Süreç içerisinde Batı’daki Yahudi diasporasının da desteğiyle İsrail bilhassa dünyadaki teknoloji devlerinden yatırım alabilen bir Ortadoğu ülkesine dönüşecekti. 2000’lerden itibaren inovasyon ve teknolojik girişimcilik, İsrail kamu diplomasisinin önemli bir ayağını oluşturmaya başlamıştı. İsrail’in teknoloji odaklı ekonomik girişimciliği desteklemesinde Netanyahu’nun ABD’deki ağlardan faydalanarak İsrail’e yatırım çekmesi oldukça etkili oldu. İsrail’de teknolojik yatırımların geldiği yeri göstermek için sadece 2018 yılında yüksek teknoloji start-up'larına yapılan 6,47 milyar dolarlık yatırım kafi gelecektir.
ABD’deki NASDAQ borsasında işlem gören ülkeler arasında İsrail, teknoloji şirketleri sayısıyla ABD ve Çin’den sonra üçüncü sırada geliyor. Bu bağlamda İsrail, gayrisafi milli gelirinin ciddi bir kısmını teknoloji piyasalarına borçlu. İsrail’in bu küresel entegrasyonunda Netanyahu’nun ekonomi politikalarının yadsınamaz bir rolü bulunmaktadır. İsrail’in teknoloji üretimi bugün o seviyeye ulaşmıştır ki kendisine teknoloji bakımından bağımlı olan Çin’e ve ABD’ye aynı anda teknoloji ihraç etmesi, ABD’nin ciddi tepkisine sebep olmuş ve İsrail, Çin’e teknoloji ihracatını sınırlanması gerektiğine dair ABD’den bir uyarı almıştır. Bundan 23 yıl önce ekonomisini ayakta tutmak için doğrudan ABD müdahalesine ihtiyaç duyan bir ülkenin geldiği nokta ve Binyamin Netanyahu’nun buradaki rolü, kendisine çeşitli kesimlerden kemikleşmiş bir siyasi destek olarak dönmektedir.
Netanyahu’nun Araplara bakışı barış odaklı olmadı
Binyamin Netanyahu’nun kendi yararına kullandığı diğer bir durum da Birinci ve İkinci İntifada süreçlerinde İsrail toplumunun değişen psikolojisidir. Kısaca belirtmek gerekir ki ağırlaşan işgal koşullarının tetiklediği 1987’de başlayan Birinci İntifada ve Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa baskınıyla 2000 yılında patlak veren İkinci İntifada, Filistinlilerin içinde yaşadığı onur kırıcı ve insanların hayatlarına mal olan işgal çerçevesinde anlaşılmamıştır. Bunda İsrail medyası ve siyasetçilerinin rolü büyüktür. Bir anda patlayan ve karşılanmayan taleplerle bir şiddet sarmalına dönüşen her iki süreç de özellikle sağcı siyasetçiler tarafından Filistinlilerin Yahudi düşmanlığıyla açıklanmış ve özellikle sonraki dönemlerde Filistinlilere karşı çok daha sert politikaların uygulanmasında bir zemin olarak kullanılmıştır. Binyamin Netanyahu’nun kendi siyasi kariyeri adına istismar ettiği zemin de budur.
Kuruluşundan bu yana İsrail’in en sert imajlı başbakanlarının listesi yapılsa Netanyahu bu listede üçüncü sırayı alırdı; kendisinden zaman olarak daha önce gelen David Ben Gurion ve Menahem Begin’den sonra. Likud’u 1973 yılında kuran Menahem Begin’in bayrağını siyasi olarak devralan Netanyahu’nun Araplara bakışı da hiçbir zaman barış odaklı olmadı. Ona göre Araplar -tıpkı Menahem Begin’in düşündüğü gibi- bulabildikleri her fırsatta İsrail’e saldırabilirdi ve bu yüzden çok sıkı gözetlenmeliydiler. İsrail’deki sağ kesimi buna inandıran ve bu tezlerle sağı toplumsal tabanda daha da yayan Netanyahu, “kinli Araplarla etrafı sarılı bir ülkede” İsraillilerin ancak kendisi gibi sert bir başbakanla güvende olabilecekleri algısını oluşturdu. İsrail toplumunun da ciddi bir kısmı hem Birinci hem de İkinci İntifada’nın tamamen İsrail işgalinden ve insan hakları gasplarından kaynaklandığını bilmeksizin, Araplar arasında bir anda patlayan bir nefret dalgası olarak görmeyi tercih etti. Netanyahu’nun “güçlü lider” imajını kurduğu alan da burası oldu.
Siyasi kariyerinin başlangıçları ABD ve İsrail’de katıldığı çeşitli TV programlarına dek uzanan Netanyahu’yu daha 1970’lerde “terör uzmanı” olarak tanınır kılan şey aslında kendisinin bitmez tükenmez Arap düşmanlığı olmuştu. Kendi başbakanlığının başından itibaren en ısrarla yaptığı şey de Arapları ve İran’ı terörle özdeşleştirmekti. Özellikle 2001 öncesinde bu konuda amaçlarına zaten ulaşan Netanyahu, 11 Eylül sonrasında ABD’nin terör eksenli Orta Doğu politikası söyleminde kendine yer bulmakta ve ABD’nin İsrail’e olan desteğini güçlendirmekte zorluk çekmeyecekti. Netanyahu’nun söyleminde Arapların Nazilerden bir farkı yoktu ve temel amaçları Yahudilerin tamamen ortadan kaldırılmasıydı. Aynı zihniyet uyarınca Arap devletlerinin her ne kadar kendi aralarındaki çatışmaları ve iç işleri kendilerini meşgul ediyorsa da Yasir Arafat’ın başını çektiği Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) tek gayesi Yahudilerin yok edilmesiydi. Bundan başka bir amacı olmayan bir grupla barış düşünmek vatan hainliğinden başka bir şey değildi. Bu açıdan Netanyahu’nun gündeminde barış sözcüğü uluslararası toplantıların başında bir an önce zikredilip geçilmesi gereken boş bir sözcüktü. Başbakanlığına giden seçim sürecinde kamuoyunun Oslo Anlaşmaları’nı desteklemesine rağmen Oslo sürecini donduracağının sinyalini vermişti. Hiçbir zaman barış lehine en ufak bir müsamaha göstermedi. Bu durum da Netanyahu’nun, özellikle İsrail sağında, “tavizsiz lider” imajını güçlendirerek İsrail’in ancak kendi başbakanlığında ayakta kalabileceği söylemini daha da yerleştirdi. Seçim sürecinde Netanyahu’nun başlıca rakibi Benny Gantz’a karşı kullandığı söyleme bu çerçeveden bakılırsa aslında kendisinin İsrail toplumunun hafızasına seslendiği daha da net anlaşılacaktır.
Batı Şeria'nın ilhak süreci hızlanabilir
Seçim sonrasında Netanyahu koalisyon kurmayı başarır ve yargılanma meselesini de siyasal hegemonyasını kullanarak bir kenara koyabilirse kendisini bekleyen meselelerden biri de Batı Şeria işgalinin ilhaka çevrilmesi olacak. Zira Netanyahu’nun partisi Likud’un Revizyonist Siyonizm’e dayanan siyasi çizgisi, Vladimir Jabotinsky’den bu yana İsrail’in genişlemesi gerektiğine ciddi bir vurgu yapmaktadır. 1920’lerde İsrail’in Ürdün Nehri’nin her iki yakasını (yani Filistin’le birlikte bugünkü Ürdün’ü de) işgal etmesi gerektiğini savunan bu siyasi çizgi, İsrail’in ancak genişleyerek jeopolitik açıdan savunulabilir bir yer olabileceğini öne sürmektedir.
İsrail de zaten bir süredir Batı Şeria’da belirli büyüklüğe ulaşan, kendi işgal mekanizması içinde “şehir” statüsü verdiği dört yerleşimi tamamen egemenliği altına almak için bir takım planlar tasarlamaktaydı. Netanyahu’nun seçim sürecinde ilhak meselesini öne sürmesi de bu sürecin hızlandırılacağına dair bir işaret. İlhak sürecinin bir de ABD Başkanı Trump’ın “Yüzyılın Anlaşmasına” bakan bir yönü var ki bu konuda şu an için sadece çeşitli spekülasyonlar mevcut. Ramazan ayından sonra açıklanacağı bildirilen bu plandan İsrail’in işgal ve ilhak politikasına ABD’nin meşruiyet kazandırma çabasından başka bir şey çıkacağını beklemek çok da gerçekçi olmaz. Tıpkı Kudüs ve Golan’ın ABD’nin çizdiği haritalarda İsrail toprağı olarak gösterildiği gibi.