"Mülteciler" Bizim Kardeşlerimiz!... Prof. Dr. İbrahim Attila Acar yazdı
100 yıl evvel özellikle Osmanlı coğrafyası bir yangın yeriydi. Hele koca bir imparatorluk üzerinde sömürgeler oluşturmaya çalışan İtalyanlar, Afrika Talanından geri kalmamıştı. 1911'de Trablusgarp ve Bingazi'de büyük çatışmalara giriştiler. Maksat belli: Fas Fransızlarda ise bu taraflar da İtalyanlara kalmalıydı.
Balkanları kaybettiğimiz, hele bugün oralardaki pek çok ülkenin nüfusundan daha fazla insanımızın sürgün, savaş ve katliamlarla yok edilmesi, aslında toplumsal hafızamızın bir parçasıdır. Bugün Suudi Arabistan’ın acımasızca hava saldırıları ve bombalamalarına maruz kalan Yemenliler için, gidip oralarda savaşan, şehit olan, mezarı, izi tozu bulunmayan dedelerimizin varlığı ise ayrı bir “yürek yangınıdır…”
Savaş acımasız!... “Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir” der, Clausewitz. Bunun en güzel örneği I. Cihan Harbidir. İngilizler I. Cihan Harbi ile işgal edecekleri Filistin bölgesini, savaştan sonra devlet kurmaları için baştan Yahudilere vaad etmişlerdi. Yukarıdaki sözü doğrular bu “vaad” hala güncelliğini korumaktadır. Plan eski, savaşlar sonucu belli birer oyun gibi sanki. Bir ucu Yemen, öteki ucu Balkanlar ve Kafkaslar olan bölgelerden Anadoluya 100 yıl önce müthiş bir göç oldu. Neredeyse nüfusun yarısı böyle oluştu. Ama bir yabancılık yok, garipseme yok, ayrıştırma yoktu. O günün “Macurları” Anadolu’ya geldiler. Balkanlardan, Kafkaslardan, Orta Asya’dan, Orta Doğu’dan bile gelenler oldu. Hep birlikte yaşayıp giderken yeni dalga Rusların Afganistan’ı işgal etmesiyle küçük gruplar o bölgeden geldi. Sonra Bulgaristan’dan trenle Edirne’ye getirilip bırakılan Bulgaristan Türkleri; sonra Saddam zulmünden kaçan peşmergeler… Bosna ve Çeçenistan Savaşlarından kaçıp gelenler derken.. 2003 sonrası Irak, özellikle 2012 sonrası Suriye’den gelenlerle Anadolu toprakları cömert bağrını bir defa daha sinesini muhtaçlara açmış oldu.
Bu ülkenin çocukları bu yüzden evinden, bağından, yurdundan sürüp çıkarılmaya yabancı değildir. Mültecilik son 40 yılda sürekli yaşanan bir vakıadır. İmparatorluk bakiyesi olmanın gereği belki böyle bir şeydir. Özellikle şu bir gerçek ki son yıllarda Suriye’den gelenlerin sayısı, yaklaşık 100 yıldır gelen mülteciden daha fazladır.
2018 rakamı, Türkiye’de doğan Suriyeli bebek sayısı 300 bine yaklaşmıştır. Gelenlerin üçte ikisi aktif (15-60 yaş) nüfustur. Bu rakam 2,5 milyon kişiye kadar yükseltilebilir. Bebek gelenler okul çağında; okul çağında gelenler askerlik çağına gelmiş durumdadır. Türkiye’de kaçınılmaz olarak hayatlar kurulmaktadır. Bu dinamik nüfus ne yardımlarla, ne dilencilikle varlığını sürdüremez. Bunu da zaten istemeyecektir. Güvenlik ve beslenme sağlandıktan sonra insan tabiatı gereği sağlık ve eğitim talep edecektir. Bu insanlar hiç mi hastalanmaz? Hiç mi eğitim istemez?
Fakat sınır illerde demografik değişimler acil çözüm bekler niteliktedir. Hatay, Gazi Antep, Kilis gibi yerlerde nüfus dengesi mülteciler lehine değişmektedir. Yeni “Sykes-Picot”çuların bu durumdan haberdar olmaması mümkün değildir. Eğitimini veremediğimiz, istihdam sağlayamadığımız, sokaklardan alamadığımız bu insanlar yarın Türkiye için milli güvenlik sorunu haline gelebilir. Terörün, uyuşturucunun, çetelerin kullanışlı elemanları olabilir. Bunun arkasından gelecek sorunlar toplumsal olayları tetikleyecektir.
Son derece insani duygularla, vicdani gerekçelerle uzattığımız bu dost eli, yeni ilgi alanlarının oluşturulmasını gerektirmektedir. Bunun en başında eğitim gelmektedir. İstihdam ülkemiz için bile sorunken, yarın rekabet nedeniyle yıllarca Avrupa’ya karşı itiraz ettiğimiz yabancı düşmanlığının bizde hortlaması başka bir trajedi olabilir.
Şüphesiz dilenen bir mülteci, çöpleri karıştıran bir çaresiz sığınmacı, kucağında bebeği ile çaresiz bir insan görüp de içi sızlamayan birisi olamaz. Daha kötüsü, içini dolduramadığım “istismar” kelimesini yaşayan kadın ve çocukları anlatamıyorum bile… Kışın sonu bahar. Bu kışı da atlattılar. Derme çatma yaşam alanlarında hala ayaktalar. Halk bir şekilde organize oluyor. Ramazan mübarek gün ekmeğini paylaşıyor. Üç kuruş sadakasını, “gözünün başının sadakası olsun” diye veriyor. Ama yetmiyor, yetmez!
Bu mesele siyasilerden alınıp “devlet meselesi” olarak çözümlenmelidir. Devlet kendisine sığınanı mağdur etmemiştir. Kapsamlı ve kalıcı değerlendirmeler olmalıdır. Ne yapıldı, neler başarıldı, yapılan yardımlar verilen eğitimler ve mültecilerin adaptasyon süreçleri bir an evvel gözden geçirilmelidir.