Bir defa daha faiz son sözü söyledi. Merkez Bankası faizleri bir defa daha arttırdı. Faizler, %17.75 rakamına ulaştı. Merkez Bankası 07 Haziran 2018 tarihli Para Politikası Kurulu kararı piyasa beklentilerinin üzerinde bir puanla faizleri yükseltti. Merkez’in bu operasyonel davranışı piyasaları yalnız bırakmadığı ve sürekli gözetim altında tuttuğunun en büyük göstergesidir. Piyasa beklentileri arasında yer alan, “faiz arttırılmayacağına dair beklenti” olmasına rağmen 150 baz puanlık bir artışın Londra ziyaretleri ile bir ilgisi elbette vardır. Bunu açıklayalım;
Yüksek seyreden cari açık oranları, yerli ve uluslararası camiadan “kriz” söylemlerinin artmasında etkili oldu. Bu yükselen rakamların endişe edilecek boyutta olmadığı, haliyle krize sebep olması için bir neden oluşturmayacağını daha önceki yazılarımızda ifade etmiştik.
Ekonomide aşırı ısınma olduğu yönünde açıklamalar ile piyasaların yanlış okunmasına sebep oldu. Isınma konusu aşırı talep yönündedir.
Asıl sorun, üreticinin maliyetlerinin yükselmesi ve kendi üzerindeki enflasyonist baskıyı yönetemez olmasındadır. Zaten enflasyonu (TÜFE) %12’ler ile ifade ederken üretici enflasyonunun (ÜFE)
%20’ler seviyesinde oluşu endişe vericidir. Bunun anlamı üretim yapılamaz demektir. Sonrası bildiğimiz gibi: Üretim yoksa talep devam eder, bu defa ithalat fırlar. İthalat, ihracatın üstünde seyredince cari açık da yönetilemez durumlara gelecektir. Bu gidişe “dur” demenin bir yolu derhal bulunmalıdır. Bunu da sadece döviz ve faiz kontrolleri ile yönetmek mümkün değildir.
Ekonomi yönetiminin ayrıntılı programları bu süreçte etkili olacaktır. Merkez Bankası, hakikaten merkezde bir politika üretmeli ve finansal istikrarı koordine etmelidir. Bu süreçte üretim üzerindeki vergi yükü ve teşvikler önem kazanacaktır. Belki bu sürecin en önemli yanı ithalat bağımlılığının azaltılması ve ithal ürün girdi maliyetlerinin doğru yönetilmesidir. Her seferinde TCMB'nin radikal faiz artışlarıyla birşeyler olmasını beklemek, hastanın ömür boyu narkoza mahkum olması gibidir. Yüksek maliyetler, ekonomide durgunluktan resesyona, haliyle enflasyon ve işsizliğe kadar giden 1970’lerin krizlerini yeniden yaşamak anlamına gelecektir.
Türkiye Ekonomisi'nin “aşırı ısınması” hatta “buharlaşması” ile ilgili kehanetlerin analizden ziyade ülkeye bir kötülük olduğu gerçeğini ihmal etmemek gerekir. Ekonomide ısınma konusu, aşırı yüksek talep ile aşırı tüketimin olması halidir. Sorunumuzun temeli yüksek maliyet temelli enflasyondur. Yaklaşık iki yıldır gündemimizde olan sorun budur.
Daha iki ay öncesine kadar 2018’de de %7 büyüme planlarını yapan bir ülke için, ekonomideki bu şokun anlaşılır yanı yoktur. Yönetilecektir… Bu süreç de atlatılacaktır. Yeter ki kararlı olunsun. Araçlar doğru kullanılsın. “Aşırı Isınma” gibi yanlış teşhis, yanlış tedaviler aranmasın.
Tekrar dikkat çekmek istediğimiz konu ise kendi üretimlerimizi kullanabilme konusudur. Kendi ürettiğimiz otomobil, telefon, makine herneyse kullanmak gerek. Milli sanayi, yerli üretim talep edilebilir hale getirilmelidir.
Kaç senedir Türkiye’ye, yılda 15 milyon cep telefonu giriyor. Sigaraya 5 yılda 185 milyar TL harcamışız. Alkollü/alkolsüz içkiler ithalatı milyar dolar sınırında. Otomobil ithalatındaki 20 milyar doları aşan rakamı saymadık daha. Olay şu ki önce gelirimizi harcamayı bilmek gerek. Tasarruf edebilmeyi, kaynakları doğru yönetebilmeyi bilmek gerek. İthalatın cazibesine kapılmadan yerli malı tüketebilmek gerek. ABD’den Avrupa’ya sık sık gündeme gelen yerli malı tüketimi ile ilgili kampanyalara bizim ülkemizin daha çok ihtiyacı bulunmaktadır.
Yerli üretim, yerli tüketim…
YORUMLAR