Sözde Arap Birliğinin bugünkü gibi tam anlamıyla hezimete uğradığı ünlü Altı gün savaşının ardından bütün Yahudiler için hiç unutulmayan bir görüntü vardır. İsrailli General Motta Gur Ağlama Duvarının önündedir. Eski kutsal şehrin tamamı İsrail ordusunun elindedir ve o şöyle bağırmaktadır. “Kutsal şehir ve tapınağın tamamı artık avuçlarımızın içinde!” (Lemondediplomatique, Jerusalem, Myte et realites).
7 Temmuz 1967! İsrail ordusu El Aksa camisi, meydanı ve Yahudilerin kutsal mekanı Tapınak tepesini (Kubbet-ül Sahra) ele geçirmeyi başarmıştı. Bu aynı zamanda bütün kutsal eski Kudüs şehrinin işgali anlamına gelmekteydi. Ardından da başarıyı duyurmak için İsrail Başbakanı Moşe Dayan radyoda halka; “Bu sabah ordu Kudüs’ü özgür bıraktı. İsrail’in bölünmüş başkenti artık bu utançtan uzak. Yeniden en kutsal yerlerimize geri döndük. Artık bir daha asla ayrılmayacağız”. O günden bugüne kadar da “Bölünmez ve sonsuz İsrail devleti ve bütüncül başkent Kudüs” İsrailliler için mesihik bir mit oldu. Çok büyük bir mitti. Artık hiçbir şekilde bölünmüş ya da farklı bir Kudüs düşünmediler. Kutsal dağın hâkimiyetinin paylaşılması bir daha asla tartışma konusu olarak ele alınmadı.
Tabii ki bütün mitlerde olduğu gibi kurtarılmış Kudüs mitinin de derin tarihi kökleri olmalıdır. Bu yüzden mit, 2000 yıl önce Sion’da Yahudilere verilmiş bir kutsal yer olarak başlatılmıştır. Başlangıçta Kudüs’ü temsil eden bir tepedir ve Yahudilerle özdeşleşmiştir. Özellikle de Hıristiyanlar gözlerini Roma’ya, Müslümanlar da Mekke’ye çevirmeleri, onların sahiplenmesi konusunda önemli bir etki yapmıştır.
Onlar için çok önemli bir kutsallık var. Eski Ahid’e göre Hz. İbrahim oğlu İshak yerine kendisine gönderilen koçu burada kesmiştir. Hz. Süleyman da buna atfen büyük bir tapınak inşa etmiştir. Tapınağın derinlikleri kutsalların kutsalıdır ve sadece en büyük hahamlar girebilir. Ama tapınak MS 70’de Romalılar tarafından yerle bir edilmiştir. Bu konu hakkında 12. Yüzyıl din filozoflarından Maimonide şöyle belirtir. “Babylon kıyılarında oturur ağlarlardı. Hep akıllarında kutsal Sion vardı”. Bu cümleler aynı zamanda MÖ 587’de ilk sürgün döneminde yazılmış bir ilahinin sözlerindendir de.
Günümüzde de Yahudilerin bu acıları unutmamaları için evlilik törenlerinde eşler birer bardak kırarlar ve yüksek sesle; “Eğer Kudüs’ü unutursak bütün sevaplarımız silinsin” derler.
Son dört yüzyıllık süreçte ağlama duvarı onlar için çok büyük önem kazandı. İnsanlar sürekli olarak buraya dua etmeye, başlarını vurmaya ve ağlamaya akınlar halinde geldiler. Büyük sürgünden önceki sonsuz inanç günlerinin yeniden gelmesi için yalvardılar. Elbette ki istekleri bir şekilde gerçekleşecekti. Ama daha uzunca bir süreç vardı önlerinde. Talmut’ta şöyle bir ifade vardır. Onlara mesihlerinin geleceğini ve onları kurtaracaklarını vurgulamak için şöyle der; “Tapınağın yeniden inşası insanların görevi değildir”.
Zaman akıp geçti ve Müslümanların dönemi başladı. Kudüs Müslümanlar tarafından kuşatıldığında sadece Hz. Ömer’e teslim edileceği söylendi. Hz. Ömer de mütevazi kişiliğiyle gelerek şehri teslim aldı. Halk ile bir sözleşme yapıldı. Onlar Müslüman olmaya davet edildi. Zorlama olmadan! Eğer istemiyorlarsa kendi inançlarıyla Kudüs vatandaşı olarak yaşamlarına güvenlik içinde devam edebilecekleri anlatıldı. O döneme göre günümüzde bile karşılaşılamayan bir tür çok kültürlü yaşam yaklaşımı olarak tarihe geçti. Yüzyıllarca başarılı da oldu. Ancak tapınağın üzerine 6 yüzyıl sonra Haram-ı Şerif’i inşa ettiler. Böylece Mekke ve Medine’den sonra Kudüs de Müslümanların kıblelerinden birisi haline gelmiş oldu. Yahudiler Müslümanların bu girişimlerine ses çıkarmadılar.
Bir kısmı şehri terk etti. Geriye kalanlar ise diasporadaki dindaşlarının bir gün geri gelerek bir devlet kurmalarını ve Kudüs’ü de başkent yapmalarını beklediler.
Bir harekete ihtiyaç vardı. O da 19. Yüzyılda Sionizm ile başladı ve hareket açık bir şekilde kutsal topraklarda sürgündeki soydaşlarını toplamak için mesih hayali kurmayı ve kutsal değerler üzerinden mitsel bir algıyı kenara bıraktı. Öncüleri Thedor Hetzl idi ve şöyle diyordu; “Topraksız bir millet için milletsiz bir toprak arıyoruz” (Theodor Herzl, L’Etat juif, L’Herne, Paris, 1969 ).
Bu açık bir şekilde kökleri derin tarihe dayanan kutsal sembollerin ve inançların ret edilmesi, çağa uygun pragmatik bir yaklaşım ve Siyonist milliyetçi hareket ile devlet kurmanın mümkün olabileceğini savunan bir iddiaydı. Ama bölünmeye yol açacaktı. Çünkü radikal Yahudiler bu yeni ve modern milliyetçi aklın arkasındaki inancı terk etme düşüncesini kabul edemiyordu. Çünkü işin içinde kutsal Kudüs’ün bütün olarak ele geçirilmesi hayali vardı ve radikaller bunu bir türlü kabul etmek istemedi.
Manevi ve maddi Kudüs’ün varlığı ile ortaya çıkabilecek bir ayrım kâbus gibiydi onlar için. Bu Siyonist milliyetçi akım Yahudiler arasında Kudüs’e ilginin azalmasına ve hac görevlerinin seyrekleşmesine neden oldu. Ne anlama gelmekteydi? Bir kısım Yahudiler için ağlama duvarında yalvararak mesihin gelmesi için dua etmek günün koşullarının dışındaydı. Dönemsel olarak bu toprakları ziyaret eden önemli isimler vardı. Örneğin Gustave Floubert ziyaretinde şu notu düşecekti. “Tanrı’nın laneti Kudüs’ün üzerine çökmüş sanki! Üç dinin merkezinde sadece kötümserlik, endişe, sefalet ve terk ediş var”. Modern bir Haham ve felsefeci Eliezen Ben Yahuda; “Davut’un şehri ufuk hattına ve hatta ötesine kadar yıkılmış, boşalmış ve çölleşmiş” diyecekti.
Siyonist hareketin babası Thedor Hetzl her şeyden önce pragmatistti ve Yahudi devletinin kurulabilmesi için büyük güçlerden destek almanın önemini biliyordu. Onun da aklında Kudüs’ü bir şekilde ele geçirmek vardı. Bu konuda Hıristiyanların ve Müslümanların endişelerinin azaltılması gerektiğinin farkındaydı. Hıristiyan kesime kutsal yerlerin dışarıda tutulacağı mesajını veriyordu. 1896’da Papalık temsilcileri ile görüştüğünde gelecekte bu topraklarda kurulacak bir Yahudi devletinin başkentinin kutsal yerlerin uzağında ve Kudüs’ün kuzeyindeki boş alanlarda olacağının garantisini vermişti. Benzer garantiyi Türklere de verdi. Ama hiçbir zaman gerçekleşmedi. Verilen sözün tutulması çok pahalıydı. Neredeyse sonsuza kadar kanla ödenecek gibi durmaktaydı.
Bu arada İsrail devleti kurulduğunda ilk yöneticiler de kutsal yerleri pek sorun etmedi. Örneğin ilk Cumhurbaşkanları Haim Weize açık bir şekilde Siyonist hareketin hedeflerine ulaşmasında kutsal yerler çok büyük bir önem taşımıyordu. O yüzden radikal Yahudilerin bütüncül Kudüs düşüncesine ters bir yol çiziyordu İsrail.Başbakanı David Ben Gurion da kutsallık üzerine oluşacak tuzağın tamamen farkındaydı. Ona göre eğer bir gün Kudüs’ün tamamının başkent olmasını istiyorlarsa ilk önce İsrail devleti her bakımdan güçlü bir şekilde ortaya çıkmalıydı. Kutsal şehrin tarihi ve dini motifleri üzerinden hak iddiası savaşına girmek sadece İsrail devletine zarar verebilirdi.
1920’lerin başından itibaren önemli gelişmeler yaşanmaya başlandı. Ben Gurion öncülüğünde kutsal yerlerin korunması komisyonu kuruldu. 1937’de Pael Komisyonunun Filistin’in iki parçaya bölünmesi teklifini kabul etti. Buna göre küçük bir toprak parçasında Yahudiler, diğer tarafta da Araplar olacaktı. Kudüs’ün kontrolü İngiltere’ye bırakılacaktı. Acımasız radikal Yahudiler bu planı kabul ettiği için Gurion’u asla affetmediler. Onlara göre Sion’suz kutsal Yahudilik de Siyonizm de gerçekleşemezdi. Gurion ise savunmasını zor şartlarda Filistin topraklarında bir devlet kurulduğunu onlara hatırlatarak yaptı. Şöyle diyordu, “Önemli bir farkı anlamak lazım. Büyük İsrail mi, yoksa Büyük İsrail topraklarında bir İsrail devleti mi kuracağız”. “Kutsal yerlerde, ağlama duvarında yalvarmanın önemini ve değerini ben de biliyorum. Ama günde üç defa, yılda 365 gün, 1800 yıl boyunca bu isteği tekrar etsek de, bu şekilde kutsal toprakları ele geçirmeye bir adım bile yaklaşamayız”.
Sonuçta ikili bir yönetim ve bölünme gerçekleşti. Belediye Filistinlilerin oldu. Gurion şöyle diyordu. “Durumumuz eskiye göre daha iyi. Anlamak gerekir ki Kudüs’ün bölünmesi ve bu sayede yeniden otonom ve farklı belediyeler yaratmak gerekecektir. Şu an farklı ve hatalı bir ayrım söz konusu. Buraları Filistinlilerin büyük ailelerinden Nashashibi ve Haladi’ler yönetiyor. Bu da eşitlik dengesini bozuyor. Huzursuzluk artacak. Bu gerçekleştiğinde de biz kutsal topraklarımızı ele geçirmek isteyeceğiz. Hatta Ömer Camiinde de hâkimiyet kuracağız”. Görüldüğü gibi Batı Kudüs düşüncesine sahip olsa da ve eski şehrin üç dinin merkezi olarak kalması taraftarı olsa da gelişmelerden memnun değildi. Aslı düşüncesi bu bölgenin üç din için bir tür açık hava müzesi halinde korunmasıydı. Bu görüş genel olarak kabul görmekteydi.
29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu 181 numaralı kararı ile Filistin topraklarını Yahudilere ve Filistinlilere bölmeyi kabul etti. Ayrıca Kudüs’ü de uluslararası bir rejime bağladı. Ben Gurion bu planı saygı ile kabul etti (sorunlu bir kabul ediş oldu. Siyonistler destek verdi. Ancak radikal ve köktendinci Yahudi azınlık grup karşı çıktı). Ama Araplar ret etti. 1948’de İsrail devletinin kurulduğu ilan edilmesiyle ilk Arap-İsrail savaşı başladı. Arapların çoğunlukta olması bir şey ifade etmedi. Çünkü modern savaş tekniklerinden uzak ve başıbozuktular. Yapılan plana sadık kalınmayınca bölündüler.
Sonuçta büyük bir hezimete uğradılar. İsrail kendine tahsis edilen toprakların beş katına yakınını işgal etti. Yüzbinlerce Filistinli topraklarını terk ederek komşu devletlere sığınmak zorunda kaldılar. Ancak İsrail Kudüs’te aynı başarıyı elde edemedi. Savaş esnasında Arapların yanında hareket etmeyen Arap devletleri içinde tek düzenli askeri birliklere sahip olan Ürdün, şehrin Yahudi mahallelerinin bir kısmını işgal etmişti. 2000'den fazla Yahudi kaçmak zorunda kaldı. Kalanlar ise kuşatıldıkları için perişan oldu. İsrailliler ise sembollerinin de olduğu bu mahalleler için savaşa girmedi. Boşaltılması için de bir girişimde bulunmadı. Onlar için önemliydi ama değerli güçlerini buradaki şehir muharebelerinde heba etmek de istememişlerdi.
Bu süreç 1949’a kadar devam etti. Ardından da sular burada duruldu. Aynı yılın sonlarında Ben Gurion kendi düşüncesine tam tezat oluşturacak şekilde parlamentoda “İsrail’in tek bir başkenti olacaktır. O da sonsuz Kudüs’tür” şeklinde açıklaması, Yahudileri yeniden umutlandırdı. Bu esnada sağcı milliyetçi parti lideri Menaham Begin de ısrarla kutsal yerlerin bulunduğu eski şehrin de kendilerine katılması isteklerini dillendirmeye başladı. Hatta daha da ileri giderek askeri harekat yapılmasını önerdi. Bu sayede konu sürekli tartışılır hale geldi. Temmuz 1967 savaşına kadar bir hamle gelmedi.
Bu dönemden itibaren “Kudüs’ün özgürleştirilmesi” hamlesi başlatıldı. 5 Haziran 1967’de Başbakan Levy Eshkol idi. Endişelerini şöyle dile getirmekteydi; “Eski şehrin işgali ile ortaya çıkacak şiddetin ve politik gelişmelerin sonuçlarını ciddi olarak ele almalıyız”. Ama buna artık kulak asılmıyordu. İsrail’de radikal bir yükseliş başlamıştı (Eliezer Ben Yehouda, le rêve traversé, coll. « Midrash », Desclée de Brouwer, Paris, 1998).
10 Haziran 1967’den itibaren İsrail buldozerleri eski şehrin merkezindeki ağlama duvarına giden yolu genişletmek için Mayrebis Arap mahallelerine daldı ve bütün alanı tıraşlamaya başladı. 100’den fazla ailenin evi yıkıldı. 27 Haziranda ise İsrail hükümeti İsrail yasal alanının şehrin doğu bölümüne de yayılacağını açıkladı. Şimdi artık şehrin yeni sınırları vardı. Artık şehrin büyük bölümüne İsrail hâkim olmuştu. Ama Filistinliler için tarihi ve kutsal Müslüman alanlarını, camilerini içine alan bu oldubitti kabul edilemezdi ve çatışmalar başladı. Çatışmalar ile tansiyonun yükselmesi üzerine dönemin İsrail başkanı Moşe Dayan Waqt (Kudüs İslam Vakfı) ile uzlaşmak için görüşmelere başladı. Vakfın Haram-El Şerih’te kontrolünü kabul etti. Bu alana çekilmiş olan İsrail bayraklarını indirtti. 20 Ağustos’ta ise Müslümanlar için kutsal kabul edilen bazı alanlarda Yahudilerin toplanması ve ayinler yapması yasaklandı. Ancak bu karar eski bir asker olan ve askerler tarafından çok saygı gösterilen Haham Shlomo Goren tarafından protesto edilerek Yahudiler arasında tehlikeli bir devrim başlattı. Bu başkaldırı ile radikal lider Thedor Hatel’den bu yana “Kudüs bütün olarak İsrail’in başkenti olmalıdır” iddiasını doruklara taşıdı. Yeni süreçte buna yeni sloganlar ilave edildi.
Şöyleydi; “Kudüs bizim olmalı. Çünkü kutsal mesihimiz buraya gelecek”. “Kudüs tartışmaya ve bölüşmeye açık olamaz”. “Bütün İsrail partileri neyi savunurlarsa savunsunlar, bu konuda hem fikir olmak zorundadır”. Yıllar bu tartışmalar ve çatışmalar ile geçti. Ta ki 1993 Oslo görüşmelerine kadar. Oslo sürecinde bu konu masaya yatırıldı ve her iki taraf için çözüm oluşturuldu. Uluslararası alan fikri bırakıldı ve dengeli paylaşım kabul edildi. Bu bir süre idare etti. Ama 2000’de yeniden ortalık karıştı. Onlarca Filistinli El Aksa’nın önünde hayatlarını kaybetti (André Néher, articles « Jérusalem l’irremplaçable » et « Les grandes retrouvailles », in Dans tes portes Jérusalem, Albin Michel, Paris, 1972).
Kudüs’te sular hiçbir zaman durulmadı. 1987’de “Birinci İntifada”, 2000-2005 arasında da “İkinci İntifada” gerçekleşti. Taş ve sopalarla isyanlarını bütün dünyaya göstermek isteyen Filistinliler bu süreç içinde çok sayıda kayıp verdiler. Ama direnişleri neticesinde dünya her zaman Kudüs’ü herkesin Kudüs’ü olarak tanımladı.
Kimlik tanımlamasında kabul gören altı ilkeden birisi “bir coğrafya ile özdeşleşmek”, diğeri de “mitler” dir. Her ikisi de hem Filistinliler ve hem de Yahudiler için geçerli sayılabilir durumdadır. Bu iki özellik insanları toprağa bağlamaktadır ve vatan kavramıyla milliyetçi duyguları ateşlemektedir. Bu yüzden de 20. Yüzyılın başından itibaren maddesel olarak başlayan İsrail-Filistin sorunu sürekli bir şekilde gelişmiştir. Özellikle bir düzine suikasttan kurtulan, yıllarca sürgün ve hapis yatan, çok sayıda İsrail Başbakanını eskiten ve bütün ABD Başkanları tarafından saygı gören El Ambar (çöl aslanı) yani Yaser Arafat sayesinde Filistinliler 1948 yılında yaşamak zorunda kaldıkları sürgünlerden sonra İsrail’in orantısız gücüne ve Arap devletlerinin yapmacık ve çağdışı desteklerine rağmen günümüzde varoluşlarını devlet statüsüne taşımışlardır.
Bu mücadelede 1980 sonrasında başlatılan 1. ve 2. İntifata eylemlerinin rolü çok büyüktür. Çünkü her ikisi de dünya çapında etkili olmuş ve her ikisi de sadece Filistinlilerin kendi çaba ve güçleriyle gerçekleşmiştir. Arap devletleri İsrail’e karşı üç savaş vermiş ve yenilmişlerdir. Özellikle 1967 yılında gerçekleşen altı gün savaşı tam bir hezimet ve unutulmayacak bir utanç kaynağıdır. Bu başarısızlığın en önemli nedeni birlik ve beraberlikten uzak olmaları, çağın dışında kalarak modern gelişmelerin dışında kalmaları, her birinin farklı çıkarlar amaçlamaları ve sürekli olarak ABD ve SSCB ile çıkar ilişkileri içinde kalmalarıdır.
Balfour Deklarasyonunu temel aldığımızda bir asırlık bir mücadele süreci yaşandığı görülmektedir. Açık bir şekilde Müslüman toplum için acınası, ama Filistinliler için gurur verici bir sonuç göstermektedir. Birlik ve beraberlik içinde tek ses çıkması durumunda kesin sonuç elde edilmesi kaçınılmazdır. Ancak İsrail’e komşu iki devlet olan Mısır ve Suudi Arabistan’ın yanlı tutumları, diğer Müslüman devletlerden çözüme hizmet edecek seslerin çıkmaması, İsrail’in daha cesaretle hareket etmesine neden olacak ve ilerleyen süreçte daha fazla Filistinlinin ölümünü dünya ile beraber Müslüman ülkeler de izlemekle yetinecektir.
Kudüs için BM’nin 181 numaralı kararı ile bunu çıkış noktası yapan Oslo süreci içinde oluşturulan mutabakatlar oldukça makul ölçütlerdedir. Bunun her zaman çıkış noktası yapılması önemlidir. Dönemin İsrail liderinin “tarihi yeşil mürekkeple yeniden yazmak” isimli makalesinde de iki devletli toplumu barış içinde bölgenin en güçlü ülkesi haline getirelim teklifi, bu dönemde Yaser Arafat tarafından da desteklenmiştir.
Günümüze gelecek olursak ABD’deki radikal Yahudi lobisinin ve İsrail’deki aşırı sağcı grupların Kudüs’ün tamamını ele geçirme düşüncesi önceki ABD Başkanları tarafından devamlı frenlenmiştir. Ama yeni ABD Başkanı bunu onaylamış kendi silah tüccarlarının bölgede daha fazla silah satabilmelerine imkan veren anlaşmalar yapmaları uğruna bir diyet olarak sunmuştur. Bu aslında bir şey ifade etmemektedir. Çünkü BM kararlarına ters düşen bu hamle etkisizdir aslında. Çünkü burada başlayacak bir savaşa ABD’nin askeri güçleriyle müdahale etme ihtimali yoktur. Açıkçası bu durumda olaylara çevre ülkeleri yanı sıra Rusya Federasyonu ve hatta İran ve Çin bile müdahil olabilme ihtimalini doğuracaktır. Konu sadece Müslüman ülkeleri ilgilendirmemektedir. Hıristiyan toplum için de aynı derecede Kudüs’ün kutsal bölgeleri hassasiyet içermektedir.
Burada en önemli göre İsrail yönetimine düşmektedir. Sağ duyu ile hareket ederek önceki paylaşımcı liderlerini örnek almaları ve Sionsuz Siyonizm ve İsrail olamaz düşüncesindeki radikal Yahudi grupların seslerini kesmek zorundadır.
YORUMLAR