İlk duyduğumda manda söğüt dalına nasıl yuva yapmış diye düşünmedim değil.
Büyüdükçe manilerin yaşamımızda ne kadar büyük yer ettiğini anladım.
Eskiden barakalar, kerpiç ve taş evler, hasır kaplı evler gelişmeyen şehirler süzgecinde başınız sokacak bir ev anlamı taşıyordu. Gelişen ve değişen teknoloji insanoğlunu modern tarzda yeni estetik yapılara yönlendirdi.
Dünya beton ve taş yığınına döndü. Özellikle geri kalmış toplumların barınma ihtiyacının karşılanması için çevreye duyarsız binaların hakim olduğu bir dünya yaratıldı. Yaratılan bu beton yığınları arasında insan neredeyse geleneksel ve kültürel tüm özelliklerini kaybetti.
Fırsat buldukça şehir hayatının dışına taşarak kırlarda , bahçelerde, dağlarda, ormanlarda bir nefes almak için her şeyimizi terk edecek bir hale geldik.
Şehrin pis ve bulanık havasının dışına çıkarak “Neden dağlarda ovalarda, deniz kıyısında bir evim olmasın diye kendinize sormaya başlıyorsunuz.
Manda söğüt dalına yuva yaparken güneşten korunmak için yere kadar sarkan söğüt dalları üzerine yatmış, hatta yavrusunu sinek kapmış. Hayvanların yani doğanın kucağında doğal yaşama tutunan ve standart yaşamına devam eden canlılar gibi bizlerde bir özlem ateşi içerisinde yanar olduk.
Son yıllarda yeşile ve doğaya duyarlı binaların yapıldığını gördüğüm zaman insanoğlunun yaşama yeniden dönüşünü yok olan dünyadan yeniden var olmaya çalıştığını görür gibiyim. Bahçem olsun, bir karış toprakta olsa benim olsun mantığı gelişmiş ülkelerde olduğu gibi şehir hayatından geriye el sallama arzusunda olan insanlarında çokluğu bizimde duyarlılığımızı ön plana almaya ve kentten şehre kaçışı hızlandırdı.
Maddi imkanları olanlar mandanın söğüt dalına nasıl yuva yaptığını merak etmeden dağı taşı, ovaları parsel parsel almaya ve satmaya başlaması ve bunun yanında ise doğal hayatı zaten yaşayan ve yavrusunu mandalara kaptırmamaya çalışan bir köylü toplumu mücadelesi günümüzde mücadeleye dönüşmeye başlamıştır.
Mandalar yuva yapmadan söğüt dalına her kesim bir karış toprağının kıymetini bilmeli.
YORUMLAR