Terörle mücadele mi yoksa İslam’ın kendi iç hesaplaşması...

Terörle mücadele mi yoksa İslam’ın kendi iç hesaplaşması mı?

Dr. Haktan Birsel'den politik yorum

23 Ekim 2017 - 09:45

1979 yılında İran devrimi gerçekleştiğinde İslami dinamiklere bağlı bir yönetim sistemi ortaya çıkmıştı. Yepyeni bir algı içinde radikal bir Şii yönetimiydi bu. Ardından da uluslararası boyuta çıkan bir Şii-Sünni güç mücadelesi başlamıştı. Ruhullah Humeyni devleti demir bir yumruk ile radikal devrim muhafızlarıyla yönetmeyle başlarken şöyle demişti. “Bizim devletimiz her şeyin önündedir. Namazın, Haccın ve Orucun bile!” ardından da Arap Yarımadasına adım atmanın bir bahanesi olarak yarımadanın Sünni kabile devletlerine seslenerek kutsal toprakların beraberce korunmasını teklifini getirmişti. Ama bu teklif neredeyse Suudi Arabistan tarafından bir savaş nedeni şeklinde algılanmıştı.

Batı şehirlerini kana boyayan ve 1995’te bir bodrumda öldürülen cihatçı Halit Kelkal, Sünni ve Şii mücadelesinin Avrupa’ya taşınmasında öne çıkan önemli bir isim oldu. Öldürülmeden hemen önce konu ile ilgili çalışan bir Alman sosyolog şöyle diyordu. “Şiilik İslam’ı bölmek adına Yahudiler tarafından ortaya çıkarıldı ve yükseltildi”. Ama temelleri geçmişe dayanmakta olduğu da unutulmamalı. Vahabilerin 1800’ün başından itibaren geleneksel olarak Şiileri katletme dürtüleri hiçbir zaman tükenmedi. Yani Müslüman dünyasının işleri her dönemde çok karışık oldu.

Açık bir şekilde bu dini mezhepsel savaş hala yedi İslam ülkesinde devam etmektedir. Afganistan, Pakistan, Bahreyn, Yemen, Irak, Suriye, Libya. Ayrıca etkilerini Kuveyt’te ve Suudi Arabistan’da da görmek mümkündür. Malezya bile savaşın tarafı olmaktan kendisini kurtaramayarak Şiileri ve ideolojisini sınırları dışına atmıştır.

Bilinen ama duyurulmayan bir istatistik vardır. Hacılık vazifesi için yolda ölenler de dahil edildiğinde Müslümanların birbirlerini öldürme oranı, Müslüman olmayanların Müslümanları öldürme oranından on kat daha fazladır. Özellikle Afganistan’da, Pakistan’da ve Irak’ta bu oran inanılmaz yüzdelere çıkmaktadır.

Salafist cihatçılardan oluşan büyük bir radikal inanç grubu günümüzde kutsal alanlarda Şiilerle karşı karşıya gelerek şiddet tansiyonunu arttırmaktadır. Bu sert zıt inanç iklimi o kadar etkilidir ki, ABD’den satın aldığı güçlü bombaları Suudi savaş uçakları terörist ve masum ayrımı yapmadan Huşii gruplarının üzerine atabilmektedir. Sünni Vahabiler Yemen’deki Şiileri açık bir şekilde Bağdat’ta asimile ettikleri Şii gruplarına benzetmek isterler ve gerektiğinde çok sert tedbirler almaktan çekinmezler. Ancak burada neden Batılılar büyük bir dinin mezhep hıncı içinde hedef durumundadır sorusu ilginçtir. Belki de saçmadır. Çıkarları uğruna Batı dünyası bu bataklığın içine kendilerini gönüllü bir şekilde atmıştır ve bir daha da kendisini kurtaramamıştır.

Ardı ardına gelen savaşlar bir kenarında Türkiye’nin de olduğu yarımadayı çok yıpratmıştır. Adeta yarımadada kanla sulanmayan bir toprak parçası bile kalmamıştır. Yarımadada dünya savaşlarından sonra on yıla kadar yayılan İran-Irak savaşını gördü. Hem ideolojik, hem ekonomik ve hem de mezheplerin mücadelesi içinde geçti ve yüzbinlerce insan yok edildi. Soğuk savaşın son dönemlerinde Türkiye’de PKK ile mücadeleye başladı. Bu uğruda binlerce şehir verdi. Ülkenin doğu ve güney doğu bölgelerinin tehdit alanları haline gelmesine neden oldu bu mücadele. Ama bir şekilde çıkarları yüzünden yine işin içinde Batılı ülkeler ve onların hayali çıkarları vardı. Ancak çatışmaların şiddetinin kendi topraklarına ulaştığını çok geç fark ettiler. Artık açık bir şekilde terör bölgesel değildi. Uluslararasıydı ve farklı coğrafyalarda olmak korunmak anlamına gelmiyordu. Batılılar bunu fark ettiklerinde iş işten geçmişti. Çünkü terör örgütleri onların içine girmişti. Milyon dolar kazanç beklentileri ile bulaşmışlardı. Ama çok daha fazlasını güvenlikleri için harcamaya başladılar ve ekonomik bunalıma doğru sürüklendiler.

Ancak PKK ve onun ideolojik uzantıları terörden, özerkliğe ve oradan da bağımsızlığa doğru gitmeleri Türkiye’nin daha sert tedbirler almasına neden oldu. PKK’nın PYD, El Nusra, İşid gibi terör gruplarından yardım alması açık bir şekilde kanıtlansa da bataklıktan kendilerini kurtaramayan Batılı devletlerin buradaki çok yönlü sosyolojiyi tam olarak anlamadan sorun alanlarında taraf olmaya çalışmaları kaosu küresel boyuta taşıdı.

Yarımadada sular durulmadı. Kuveyt savaşında ABD Saddam’ı baskılasa da ardından Kürtlere kuzey Irak’ta özerk bir statü kazandırdı ve onları Yarımadanın aktörlerinden birisi yaptı. Baas rejiminin yok edilmesi için El Maliki gibi Sünni düşmanı bir kişiye her türlü yetkiyi vermesi sonucunda Irak ve Suriye sınırları geçirgen bir hale geldi ve kutsal liderleri El Zerkavi’nin öldürülmesinin ardından bayrağı devalan El Bağdadi ile bu coğrafyada yeni ve uluslararası bir koalisyon gücü gibi korkunç bir terör örgütü yarattı. Bununla mücadele ederken de yine çok sayıda insan ve milyonlarca dolar kaybetti.

Bölge zaten kaynayan bir kazandı. Sünni ve Şii çatışmaları bir taraftan devam ediyordu. Bu arada yarımadanın aşağılarında Hamas ve Filistinlilerin mücadelesi vardı. Mısır’da Müslüman kardeşler etkin bir rol oynuyordu. İran Hizbullah vasıtasıyla Suriye üzerinden Lübnan’a ve oradan da İsrail’e zarar verebilecek bir pozisyon elde edebilmişti. Bölgede Körfez Konseyi vardı ama onların ünlü üyesi Suudi Arabistan açık bir şekilde Vahabi hakimiyeti arzusu ile diğerlerine hükmetmeye yönelmişti. Yanında BAE olsa da Katar, Kuveyt, Umman gibi diğer üyeler de bu baskıdan kurtulmanın peşine düşmüştü ve değişik yollardan Suudi etkisini azaltmaya girişmişlerdi. Bu açık bir şekilde İslami zemine sahip asimetrik bir mücadeleydi ve tarafları bütün dünyaydı.

Terör gruplarına gelince onlar o kadar geniş alanlara nüfuz edebiliyorlardı ki, geçmiş yakın yıllarda El Kaide’den türemiş olan İşid bile El kaide ile rekabete girmiş ve bu mücadelede Afrika’daki Boku Haram, El Şebap gibi önemli terör örgütlerden destek almaya başlamıştı. Onların eylem alanının merkezi konumundaki Suriye’ye gelince. Burada her şey 2010 ortalarında başlamıştı. Büyük kutupsal güçlerin BM’de anlaşamamalarının bir sonucu olarak milyonlarca Suriyeli kısa sürede mülteci durumuna düştü. Akdeniz neredeyse bu insanlar için toplu bir mezarlığa dönüştü. Başarısız projeler ve çıkar ilişkileri sonucunda terör Çin sınırından Cebeli Tarık’a kadar uzandı.

Aslına bakarsanız bu yeni bir şey değil Batılılar için. Tarih onların bilerek yönlendirdiği savaşlarla dolu! Biraz geriye baktığımızda Fransa ile İngiltere’nin Syks-Picod düzenlemesi bile yeni dönemin yeni emperyal düzeninin nasıl olacağını göstermeye yeter de artar bile! Bu düzenlemenin sonuçlarının izlerini Saddam’ın kendi vatandaşlarını zehirlemesinde, yıllarca süren Irak-İran savaşında bulabilmek pekala da mümkündür. Yakın dönemde Irak’ın ABD tarafından iki defa bombalanması ve bölgenin sonu gelmez bir kaosa dönmesinde bile bu izler vardır. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden 2011’e kadar olan dönemde 120.000 sivil ölmüştür/öldürülmüştür. Sadece 2006 yılı içinde BM’nin NGO’larına göre 655.000 sivil sakat kaldığı belirtilmektedir. Açık bir şekilde 1991-2002 yılları arasında uygulanan Irak ambargosunda 500.000 kişi yaşamını kaybetmiştir. Bu konu ABD’ye hatırlatıldığında yetkili ağızlar bu duruma “geçmişteki sorunların bedeli” diyebilmişlerdir.

Bugüne baktığımızda önümüze çıkan ilk husus Batılı güçlerin yerel güçleri silahlandırarak terörizme karşı mücadele ettikleri görülüyor. Ama terörü yarımadadan silmek için mi sorusu cevapsız kalıyor. Çünkü her bir güç kendi çıkarlarının peşinden gitmeyi tercih ediyor. Bu yüzden de işbirliği sadece sözde kalıyor ve BM’den etkili yaptırım ve müdahale kararı çıkmıyor. Onlarla beraber hareket eden Körfez Konseyi kabile devletler var. Bakıldığında bu devletlerin şeriatla birleşmiş kanunlarında hala eski adetlere rastlanılıyor (kafa, kol kesme, taşlama vs.). Suudi Arabistan açık ara ile Yemen’den Suriye kırsalına kadar binlerce ölen suçsuzdan sorumlu ama ne yazık ki ne bölgeden ne de dışarıdan onu suçlayan ve engelleyen yok! Bunların hepsi de teröre karşı müdahale adı altında eskiden bu yana canlı kalan mezhep düşmanlığının, kabileler arası düşmanlıkların hesaplarının görülmesi aslında.

Batılıları eleştiren bölgesel yayınlarda sıkça rastlanan bir slogan var. “Gazze’de 1000 ölü hiçbir şey. Ama üç Batılı öldüğünde oraya bir ordu gönderiliyor”. İcra edilen operasyonlarda da dehşete düşülecek kadar büyük bir dengesizlik var. İşid’e karşı yapılan operasyonlara iki batılı, üç Arap devleti katılıyor. Oda sadece havadan uçaklarla saldırı şeklinde. Ama iş Yemen’de Huşii ayaklanmasına gelince Batının her türlü silah desteğini alan on Arap ülkesi birden katılıyor ve bunların en az beşi kara harekatına iştirak ediliyor. Yani mezhep kavgası terörün önüne geçebiliyor. Ayrıca Yemen’de en önemli tehlike Aden’i elinde tutan El Kaide değil de Huşiiler görülüyor ve El Kaide’nin yerleştiği bölgeler saldırı rotalarının dışında kalıyor.

Halbuki açık ara ile esas tehdit İşid. Çünkü onlar şu anda geri çekiliyor olsalar da başlangıçtan beri koydukları üç ana hedeften vazgeçmiyorlar. Bunlar nedir? İlki önce Şii topluluklar ve sonra da kötü Müslümanlar, ikincisi kendisini hedef alan Müslüman devletler ve üçüncüsü de Batılılar ile hareket eden gruplar ve devletler. Bu arada Suudi Arabistan’ın isim yapmış din adamları toplu halde sürekli fetva veriyorlar. Bu fetvalarda, Batılı ülkelerin onların yanında savaştıklarını, Müslümanın artık en önemli görevinin yarımada için savaşmak olduğu, eğer İşid’e ve Şiilere karşı savaşı kaybederlerse Müslüman ülkelerin birer birer dağılacaklarını belirtiyorlar. Ancak bu görünürdeki hedeftir. Esas hedef İran’dan başlayan Şii hilalinin kırılmasıdır. Bu da açık ara ile İsrail’in işine gelmektedir. Ancak İsrail bu ülkelerle işbirliği içinde değildir. Kendisine sağlam bir savunma hattı kurarak Müslümanların birbirini kırmasını seyrederek yarımadadaki etkili nüfus oranının azalmasını sabırla beklemektedir. Ayrıca fırsat çıktığında da hemen kendisini göstermektedir. Aynı Kuzey Irak’ta Barzani’nin referandumunu destekleyen tek devlet olması gibi.

2002’de Suudi operasyonları Bahreyn’e yönelikti. Buradaki Şii isyancı gücü yerle bir etmek amacını taşımaktaydı. Çünkü Bahreyn kralı El Halifa neredeyse devrilecekti. Ardından Yemen geldi. Suudiler İşid’e vermedikleri kara desteğini burada acımadan 150.000 Suudi askeriyle kullandılar. Havadan da suçlu ve suçsuz ayrımı yapmadan Şiilerin yoğunlaştığı bölgeleri günlerce havadan bombaladılar. Ama hiç kimse onlara neden kara gücünü Suriye’deki teröristlere ya da Aden’de El Kaide’ye karşı kullanmıyordun diye sormadı/soramadı.

Bu kadar dengesiz ve Şii düşmanlığı sonucunda Yemen’den en az 340.000 kişi kaçtı.250.000 kişi de kontrolsüz bir şekilde kaçışmaya devam etmekte. Bir kısmı şartların çok ağır olduğu Somali’ye sığındı. Yarımadanın devletleri hepsine sınırlarını kapadı ve girmeye cüret edenleri öldürdü. Bu insanlar da Akdeniz üzerinden Avrupa’ya kaçmaya çalışırken binlerle ifade edilebilecek sayılarda can verdiler. Bir kısmı Türkiye’ye girdi. Kamplarda kaldıktan sonra kaçarak Avrupa’ya geçmenin yollarını aramaya başladılar. Ama Müslüman ülkelerin ulemalarının hiç birisinden bu din kardeşlerinin sığınma taleplerinin geri çevrilmemesi gerektiği ile ilgili bir fetva çıkmadı. Bundan sonra da çıkmayacak.

Buradan nasıl bir anlam çıkaracağız? Öncelikle Arap Yarımadasında bütün devletler kabileler döneminden bu yana geleneksel bir çatışma içindedir. Bir de mezhepsel düşmanlıkları vardır. Bu yüzden de hiçbir koalisyon başarılı olamamıştır. Bundan sonraki süreçlerde de aynı şekilde başarısızca devam edecektir.  Ancak bundan kendisine çıkar sağlayanlar da var. Suudiler ve İran. Özellikle Barzani’nin hatalı tutumu sonucunda İran, Bağdat yönetimi ile fiili olarak Irak topraklarına girmiş durumda. Hem Kürtlerin elinde bulunan kritik petrol bölgelerinin alınmasına yardımcı oluyor ve hem de Şii hilaline daha sağlam bir zemin hazırlıyor. ABD ise açık bir şekilde yetersizliğini buradaki gelişmelere sessiz kalarak göstermeye ve hamasi laflar etmeye devam ediyor.

Batı dünyası buradaki karmaşayı tam olarak anlayamamış durumda ki Afganistan harekâtından bu yana on altı yıl geçtiği halde! Batılı askerler kara harekâtına katılmıyor. Çünkü zayiat vermek, kendi kamuoylarına açıklayamayacak bir sonuç doğuruyor ve bir de cihatçı grupların ülke bazında hedefleri olmak istemiyorlar. Bu yüzden mücadeledeki Müslüman devletleri kara harekâtı için silahlandırıyorlar. Bu sayede hepsinin silah fabrikaları artık 24 saat çalışıyor ve Batı ekonomisine ihtiyaç duydukları canlılığı getiriyorlar. Ama bu arada mücadele için daha fazla asker mantığı ile oluşan mekanizmanın çok hatalı olduğunu anlayamıyorlar. Çünkü daha fazla asker daha büyük bir kaos demek ve büyük kaos sadece bölgedeki terör gruplarını çoğalmasına ve kendi içlerinden başkalarının türemesine neden oluyor. Ama kaosun büyümesini de kazançlarının her geçen gün kat be kat arttığı için bir taraftan istiyorlar.

İşin en kötü tarafı bu konuda uygun strateji oluşturması gereken bölgenin esas sahipleri olan Müslüman ülkeler. Ama onlar da bu kaos ortamını kendi hesaplarını bitirmek için kullanıyorlar.

Bu dönemde Arap Yarımadasında doğmak ve yaşama burada devam etmek ne kadar kötü!

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR x
GENÇ KIZLARDA PKOS TEHLİKESİ
GENÇ KIZLARDA PKOS TEHLİKESİ
A Milli Takım, UEFA Uluslar Ligi'nde A Ligi için Karadağ karşısında
A Milli Takım, UEFA Uluslar Ligi'nde A Ligi için Karadağ...