Seçimin olduğu gece Kanal İzmir TV’de seçim sonuçlarını analiz ettik. Ama o analiz daha çok matematiksel ve hangi partinin neden kaybedip kazandığına dair birtakım yorumlardan oluşuyordu. Ben burada yüksek müsadenizle daha duygusal bir analiz yapacağım. İnsan türü olarak yapımızda şöyle bir gerçeklik var; Eskiden yaşadıklarımızı daha mutlu zannederiz halbuki gerçek öyle değildir. Hani çok söylenir ya “nerde o eski bayramlar, nerde o eski insanlar” diye. Bir kere bu tamamen zihnin yanılsaması. Çok büyük bir acı olmadığı sürece psikolojik olarak eskiyi mutlu görme eğilimimiz var. Bir de yaşadığımız dönemin ülkedeki gelmiş geçmiş en kötü dönem, yaşadığımız dünyanın tarihteki en kötü zaman olduğuna falan inanırız. Halbuki gerçek hiç de öyle değildir. Bu farkındalığa kim varabilir peki? Biraz daha olaylara rasyonel ve bilinçli yaklaşabilenler, çok okuyanlar. Hani kendine ve dünyaya tepeden bakabilmek diyoruz ya. Bu lafım biz ölüp bittik diyenlere, kimse sen kendini öldürmediğin sürece seni öldüremez. Tam tersi küllerinden doğman için önce kül olman gerekir. Bu sözler tamamen kendi sorumluluğunu üstüne almayı beceremeyenlerin sözleri inanmayın. En acıyan yerin seni en güçlü yapan yer oluyor. Ama görmesini ve ders almasını bilirsen.
Gelelim seçimlere Tayyip Erdoğan otoriter bir adam mı? Net evet! Peki Türkiye’ye gelmiş ilk otoriter mi hayır! Yönetici olarak en otoriteri ama bu ülke 12 Mart 12 Eylül’ü gördü. Yani Türkiye bugünlerden daha kötü günler gördü. Topladı mı? Elbette topladı. Kimse hergün sokakta ortalama 20 üniversite öğrencisi ölürken bu günlere en kötü günler demesin. Biz hep mi geriyiz ve şanssızlıklar hep mi bizi bulur diyen kibiri yüksek insanlara da şunu söylüyorum; Almanya’da iki Dünya Savaşı’nda ortalama 30 milyon insan öldü ve o Bismarck döneminin zenginliğinden eser kalmadı. Versay’la bittiler, Potsdam’la öldüler. Şimdi üretim teknolojileri itibariyle Dünya’nın kendi kendine yeten ve hatta Dünya’ya yeten sayılı devletleri arasında hiç şüphesiz.
Bir de içinde benim de dahil olduğum 1980 sonrası kuşakta mutluluk hastalığı var. Yani acılar bizi bulmayacak. Zorlanmaya gelemeyeceğiz, dünya adeta bizim mutlu olmamız için yaratılmalı. İşimize gelmeyeni karalar, zihin yapısı uymazsa ülkeden kaçarız. Çok üzülerek söylüyorum ama bunun adı kibir. Dünya’ya, insanlığa bırakacağımız hiçbir kalıcı fayda acısız, emeksiz olmaz. Yeri gelecek haksızlığa karşı savaşmayı misyon edineceksin kendine. Haksızlığı sen yapıyorsan kendi kibrinle savaşacaksın. Kendi kibrinden arınmadan Dünya’yı pislikten arındıramazsın.
Ve mesele ne parti meselesi, ne oy meselesi olmalı. Mesele neden sorusuna yanıt aramak olmalı. Ve bu neden sorusuna yanıt verildiğinde “ben hala anlamış değilim” cümlesi değil “seni anlıyorum” cümlesi olmalı. Örneğin kadın diyor ki “Biz Ahmet Necdet Sezer döneminde AKP iktidara geldikten sonra başörtüsüyle Çankaya köşküne giremedik, sokmadılar. Ben AKP’den başkasına oy verirsem türbanımla gezebileceğimin garantisi yok. Korkuyorum.” Evet seni anlıyorum. Çünkü özgürlüğüme aşırı düşkün olan beni bir yere şort giydim diye almayacaklar orayı dağıtırım. Seni anlıyorum kendimden dolayı anlıyorum. Çünkü senin türbanlı olmanla benim şortlu olmam arasında hiçbir fark yok. Adam diyor ki “2000’de Bülent Ecevit başbakandı ve Ahmet Necdet Sezer’i cumhurbaşkanlığına bizzat kendi elleriyle getirdi. Getirdiği adamla bir sene geçmeden küçük bir hukuki anlaşmazlık yüzünden kavga etti. Ve ben bir sabah uyandığımda (Şubat 2001 krizini hatırlayın) iflas etmiş hatta çocuklarıma yemek dahi götüremez olmuştum. Evet ben de istemiyorum tek adamın iktidar olmasını ama ben şimdi nasıl güveneyim diğerlerine..” Bir hoca arkadaşımın da yorumu şöyle “Ben bir imam hatip okulunda öğretmenim benim öğrencilerimin bir çoğunun sevgilisi var, sosyal medyaları var, rahatlıkla dışarı çıkıp gezebiliyorlar. Bence Türkiye muhafazakarlaşmıyor, muhafazakarlar modernleşiyor.” Sonra ailesiyle parti konusunda zıt düşen öğrenci yorumlarım var ki bunlar çok önemli: “Hocam benim dedem ezanın Türkçe okutulduğu dönemde sırf Arapça okutulmasını istedi diye köyde kardeşleriyle falakaya yatırılmış, çok eziyet görmüş. Benim dedem CHP’ye benden oy yok çocuklarım da vermesin diyordu. Babam da şimdi aynı yoldan gidiyor.” Yine bir başka öğrencim “Gericilerin ve az sayıda dindarın olduğu yerde büyüdüm. Atatürk’ü sevmemem öğütlendi bana. Cemaatlerde kaldım 7 yıl istemeden. Son durağım İzmir oldu. Bir çok kesim gördüm ve yaşadıkları kafayı biliyorum. Ve sonuç şu hocam; kırsal kesim aydınlatılmadan hiç birşeyi değiştiremeyiz. Her ailenin 5-7 çocuğu var. Merkezdeki 3 çocuklu aileyi aydınlatmak yetmiyor. Bugün itibariyle şehir merkezlerinden ziyade kırsal alanda çalışma yapılması gerekiyor.” Yine Nusaybin’li bir öğrencimden bir mesaj. “Hocam ben Nusaybin’de doğup büyüdüm, çoğu insanın ölümüne bizzat şahit oldum. Çoğu kez yaşadığımız yerlerden başka yerlere gitmek zorunda kaldık, bomba ve silah seslerinden gözümüze uyku girmedi. Evimiz yıkıldı, babam işsiz kaldı. Tek tesellim hayatta olmamız. Ve şunu görüyorum ki bizim insanımız hiçbir şekilde düşünmüyor. Annem ve babamda bunlara dahil. Hiçbir gerçekçilikleri kalmamış hocam. Tek istediğim ülkece güzel günler görebilmek.” Yine başka bir öğrencim şunları yazmış, “Hocam benim dedem 1931 doğumluydu. 2014’te ölmeden önce şunları söyledi; CHP döneminde jandarmalar bizim köyümüze gelir, mahsulümüzü toplar giderdi, biz aç kalırdık. Yiyeceklerimizi saklamaya çalışırdık. Ben Yunan’a giderim yine de CHP’ye oy vermem derdi. Bu söz o kadar içimi acıttı ki size anlatamam hocam. Ben dönemin o koşullarını, dedemin neden aç kaldığını tarih kitaplarından öğrendim. Amcamla konuştuk bugün oy kullanmamış ben asla AKP’ye vermem ama CHP iktidara gelirse aç kalacağız diye ödüm kopar dedi.”
Küçükken bir kod alırsınız dış dünyadan bu anneniz, babanız, öğretmeniniz hatta komşunuzdan bile gelebilir. Sizin değersiz olduğunuza, dünyanın acımasız olduğuna, insanlara güvenilmemesi gerektiğine dair bir sürü kod.. Hatta Bu çoğu zaman sözlerle değil davranış kalıplarıyla olur. Anneniz sizin için uygun görmediği bir şeyi babanıza uygun görürse bu sizde değersizlik duygusuna dönüşebilir. Çocuk ben yemek yemek istemiyorum diyor anne kızıyor, baba ben yemek istemiyorum diyor anne kızmıyor. Çocuğun bilinçaltına bu şöyle kodlanıyor “senin duygunun bir hükmü yok” İnsanların çoğu bu farketmediği kodlarla ömrünü tamamlıyor. Bilinçlenme ya da farkındalık dediğimiz şey bilinçaltı süreçlerimizi fark etmek değil miydi? O zaman gelin seçim sonuçlarını değerlendirirken Türkiye’nin çocukluğuna dönelim. Neden böyle oldu deyip kızmak yerine anlamaya çalışalım. Mesele bizim- onların iktidarı meselesi değil, iktidar olmak değil. Mesele neden böyle ayrı düştük sorusuna anlayarak yanıt vermek ve Türkiye’nin çocukluğunda almış olduğu yanlış kodları bilinç üstüne çıkarıp çözmek. Yani Ulus devlet kavramını laikliği, neden hepimizin bir arada huzurla yaşaması gerektiğini Anadolu halkına bir bir anlatmak. Malesef bu da öğrencilere İlk kurşun şurada atıldı’yı anlatmakla olmuyor. Hatta böylesi çok daha itici oluyor. Zorla din dersi görmek gibi. Kuru bilgiden anlamlandırma çıkmıyor. Bu ülkeye kesinlikle oy devşirmek için değil BİZ olmak için çok iyi okuyan, gerçek bilgiye ve sağlıklı bakış açısına ulaşmak için ömrünü verebilecek insanlar lazım. Yargılamadan ve sabırla..
YORUMLAR