Çinli CaiGuo-Qiang isimli bir filozof tarafından yapılan bu dizayn şu şekilde adlandırılmıştı. “Topluluktan doğan güç yanlış yönlendirildiği zaman, sonu felaket olur”. Bu tanımlama ile resme baktığımızda sanırım ne demek istediğimi anlamışsınızdır.
1993 yılında Maastricht Antlaşması yürürlüğe girmişve eski AET üyelerinin doğal katılımı ile kurulmuştu Avrupa Birliği ve kısa sürede genişleme politikaları ile bir anda Avrupa’nın tamamına, Doğu Avrupa’ya ve Karadeniz’e kadar çıkış elde etmişti. O dönemde bütün politik merkezler, Avrupa Birliği’nin yakın gelecekte dünyanın ikinci kutbu olacağına işaret etmekteydi.
Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) macerasının kökleri 1963 yılında imzalanan Ankara Antlaşmasına dayansa da esas AB yolculuğuna 1999 yılında tam üye statüsüne alınmasıyla ve 2005 yılında müzakerelere girilmesiyle başlamıştı. AB o zamanlar Fransızların deyimiyle “L’etoilemontant” yani “yükselen yıldız” dı. Zenginliğin, refahın ve özgürlüğün merkeziydi ve bu topluluğa giren her ülke zannetmişti ki kısa bir süre içinde muhteşem bir zenginliğe kavuşacak!
Ancak AB o dönemden on beş yıl sonra beklentilerin çok gerisinde kalmaya başladı. Özellikle SSCB’den kurtulan ve hemen AB’ye giren Doğu Avrupa’da ekonomik krizler bitmedi. Sonradan doğu Balkanlarda topluluğa katılanlar için de benzer sonuçlar gerçekleşti. Genişlemenin yükünü çeken diğer ülkelerde de sorunlar başladı ve günümüze kadar devam etti.
Gelelim Türkiye’ye! AB Türkiye’yi aday konumuna almasının ardından ele geçirilecek muhteşem değerli bir pazar olarak gördü ve bu bağlamda Türkiye’yi kontrol edecek hamleler yaptı. Her yıl yayınlanan ilerleme raporlarında PKK gibi dünyanın en ideolojisiz ve kontrolsüz bir terör örgütünü koruma ve daha ileriye giderek barındırma ve siyasi destekleme gayretini açık bir şekilde gösterdi. Lozan Antlaşmasında belirlenmiş olan Gayrimüslimlerin vakıf mallarının serbest bırakılması üzerinden hamleler yapmaya çalıştı ki, bu konuda hükümetin “mütekabiliyet” esasına dayalı politikası çok doğruydu. Açık bir şekilde azınlık, kültürel haklar, demokrasi ve insan hakları konularında ilerleme raporları dolduruldu ve bu konular birer tehdit mekanizması olarak kullanıldı. Fakat Türkiye’nin ekonomik olarak kendi bağımsızlığını elde etmesi, özellikle iç ekonominin yerli sanayi ile desteklenmesi, terörle mücadelede modern silah sistemlerinin elde edilmesinde dışarıya bağımlılığın azaltılması gibi atılan önemli adımlar sayesinde AB’nin en önemli kozu olan ilerleme raporlarında belirtilen hususlara tedbir getirilmesi baskısı sonuçsuz kaldı.
Yakın geçmişten günümüze geldiğimizde ise AB’nin gerçekten bir itopya olduğu ortaya çıktı. Ukrayna’ya kredi verilmemesi/verilememesi RF’nun tam istediği gibi bir işgal ortamını yarattı. Büyüyen enerji krizine çare bulunamadı ve günümüzde akaryakıt ve elektrik fiyatlarının yükselme belirtileri ortaya çıktı ki, bu bir Avrupalı için kabul edilemez durumdur. AB ülkeleri genelinde ABD ve NATO karşıtlığı oluşmaya başladı ve bu durum Putin tarafından NATO’nun zayıflaması ve inisiyatifini kaybetmesi olarak algılandı. Bu algı üzerinden hareket kabiliyetini yükseltti ve haklı çıktı. NATO, Gürcistan ve Ukrayna’da sadece protesto ve tatbikat yaptı. Mülteci sorununa ise ırkçı bir tutum sergiledi. Suriye’de devam eden iç savaşa müdahale konusunda ise tamamen atıl ve pasif bir duruş sergiledi. Ekonomik bakımdan ise eski ve yeni üyeler ya tam bir kaosun içine düştü, ya da eşiğine geldi.
Türkiye son hafta içinde Avrupa Parlamentosu tarafından üyelik sürecinin denetime alınması kararı ile şaşırdı. Birkaç gün sonra da üyelik sürecinin devam ettiği açıklamasıyla karşılaştı. ABD’nin yeni başkanı birkaç ay önce AB’yi suçlayarak NATO’nun artık iş göremez olduğunu söyledi ve yakın zamanda ise tam tersini savundu. Muhtemelen birileri bu sözlerin RF’nainisiyatif sağlayacağından bahsettiği için karar değiştirdi. Bütün bunlar ABD’nin ve AB’nin ellerinde artık uygulanabilir bir strateji kalmadığını göstermektedir vedış politikalarına yön verenlerin ve liderlerin herhalde doğaçlama konuşmaktan başka çareleri kalmadığının en güzel işaretidir.
Böyle kaotik bir ortamda Türkiye ne yapmalıdır sorusunun cevabı oldukça uzundur. Ama zor ve imkansız değildir. Öncelikle diğerlerinin yaptığı gibi yakın ve orta geçmiş dönemlere bakılmamalıdır. Çünkü çağ değişmiştir ve o dönemlerin konjonktürleri günümüzün sorunları için kalıp olarak alınamaz. Bölgesel bir güç, hatta kıtasal bir güç olarak konuya daha geniş perspektiften ve askeri, ekonomik ve siyasi argümanlarını hepsinin senkronize edilebileceği ve Balkanlardan Orta Asya’ya, oradan Orta Doğu’ya ve Magrep coğrafyasına kadar uzanacak bir bütüncül politika oluşturmalıdır. Ama sanırım öncelikle bu politikaları oluşturacak ve uygulama alanına koyabilecek kişileri bulmak zorundadır.
YORUMLAR