Stalin: Devrimin Kızıl Altını Yayılmacı Zihniyetin Doğuşu
Dr.Haktan Birsel

Dr.Haktan Birsel

Stalin: Devrimin Kızıl Altını Yayılmacı Zihniyetin Doğuşu

16 Ekim 2017 - 10:02

Devrimin üç kanlı liderinden birisi ve en tehlikelisiydi. Öyle ki, Lenn’in ikinci adamı Troçki bile onunla mücadele edemedi. Ama Komünistler bile devrime kadar silik, az konuşan ama çok gözlemleyen, çevresinde kendi kanlı doğasına uygun bir inanç yapısı oluşturan bu kişinin Lenin sonrasında SSCB’yi bütün dünyaya kapatacak kadar sert bir sistem kurabileceğini tahmin edememişti.

Lenin aslında durumun farkındaydı. Ölmeden önce en yakınındakiler için bazı fikirleri vardı. İkinci adam durumundaki Troçki kontrol edilmeliydi, ölçüsünü kaçırabilen ve ileriye dönük hareket edemeyen birisiydi. Am üçüncü adam, yani Stalin. O sessizdi. Gözlemciydi ve düşünürdü. Kimse ne hissettiğini ve düşüncelerinin nerede olduğunu bilemezdi. Kimseyle samimi değildi. İşte Lenin’e göre belki de Bolşevik devrimi için tam da böyle birisi gerekiyordu. Ama tehlikeli tanımını da yapmadan ölmedi.

Stalin gerçekten de SSCB’yi Lenin sonrasında bölünmeden ve dünyanın geri kalan kısmının saldırılarına karşı ayakta kalmasını sağlayacak bir kişi olarak tarihe geçti. Ama aynı zamanda belki de tarihin bütün diktatörlerinin içinde en acımasız ve katliamlarla sorunları çözen bir lider olarak yazıldı.

Devrim tam oturmadan Lenin’in önce felç geçirmesi ve sonra da ölmesi Komünizmin nasıl bir istikamette yoluna devam edeceği sorunsalını çıkarmıştı. Bu yolu çizebilecek kapasiteye sahip tek bir kişi vardı. O da Lenin’in “O kostümsüz bir imparatordur” şeklinde tasvir ettiği Stalin idi. Özellikle SSCB’nin ayakta kalabilmesi için devrim ile gelen komünizmin dışarıya ihraç edilmesi inancı onda çok güçlüydü. Ama nasıl olacaktı? Nasıl bir dış ilişki platformunda bu düşünce hayata geçirilebilecekti? (lemondediplomatique,Diplomatie, de ideologie a realisme )

Devrimin ardından Bolşeviklerin kafalarındaki en önemli sorunlardan birisi de buydu. Onlara göre Batıda emperyalist düşüncelere dayalı sistemler kalkmadıkça ya da bozulmadıkça Sovyetler ve Sovyet Bolşevik devrimi hep tehlikede olacaktı. Ancak burada bir çelişki de vardı. Çünkü sanayi toplumu değillerdi. Sanayi için gereken donanım ve bilim Batıdaydı. Bir şekilde ilişki kurulmalı ve Batının bilimi kendi topraklarına getirilmeliydi. Bu da dış ilişkiler kurulmasını gerektiriyordu.

Devrimin başında LeonTroçki’ye dış ilişkileri yürütme görevi verilmişti. Ama onun için bu görev küçük ve basit bir özellikteydi. Hem görevi hem de Batılı ülkeleri hor görüyor, onları küçümsüyordu. Rus devriminin bu kompleksli adamı açık bir şekilde yakın zamanda Batılı emperyalistlerle kurulacak ilişkilerin boşa bir çaba olacağını ve hatta Batıdan uzak kalınması gerektiğini düşünmekteydi. Devrim sonrasında ortaya çıkan Sovyet komünistler ile Batılı ülkelerin bir araya gelmesini önlemek içinde 1917’nin hemen sonrasında Çarın Batılı ülkelerle yapmış olduğu bütün gizli antlaşmalarını Batı medyasına vermekten geri durmadı. Bir tür ilk Wikiliks o oldu.

On yıl kadar sonra Stalin’in sessiz ve sağlam yükselişi gerçekleşti. Troçki nefreti ona başarıyı getirdi. Öyle ki, Troçki onu ve devrimi eleştirdikçe battı ve gözden düştü. En sonunda da Meksika’da katledildi. Stalin Troçki’den çok farklı düşünmekteydi dış politika konusunda. Onun kafasında Batı ile ilişkilerin geliştirilmesi vardı. Ama amacı kendi devrimini korumak için Batıya devrimin temel düşüncesi olan Komünizmi ihraç etmek ve oralarda komünizm temelli oluşumları yaratıp sağlamlaştırmaktı. Bunun için de ilk hamle sanayileşme ve işçi sendikaları konusunda diğerlerinden daha ilerde olan İngiltere’yi gözüne kestirmişti.Troçkisler ise Stalin’in bu düşüncesini “klasik Rus milli enstrümanlarına geri dönüş ve batış” olarak eleştirmekteydi. Ama Stalin çok güçlüydü ve eleştiri grubunun sesleri artık çok cılız kalmıştı (Lemondediplomatique, A la generationfuture).

Devrim sona erdikten sonra lider kadro, dış dünya ile ilişki kurulmalı ve kapalılık ilkesinden ilerlenmeli düşünceleri arasında gidip gelmekteydi. Ama Lenin yayılmayı hedef alıyordu ve “bu günlerde devrimimizi sınırlarımızın ötesine yayamadık. Ama bu aslında iç güvenliğimizi ve devrimin bekasını sağlamanın tek yoludur. Yeni bir çağa giriyoruz ve artık uluslararası ortamın önemli bir aktörü olarak görülmekteyiz” diyordu.

Bu sözler önemliydi ve yeni rejimdeki karşıt düşüncedekilerin seslerinin kısılmasına ve bu düşünce çevresinde fikir üretilmesine imkan verdi ve Sovyet yönetimi bu yönde hamleler yapmaya başladı. Halk ise bu hamleyi Sovyetler artık dünya ile barışmak istiyor şekilde algıladı. Nasıl ki 1915 Brest-Litovsk Anlaşmasıyla Almanlarla barış yapılmış ve Ruslar savaştan çekilmişti. 1920’de de yine Rapollo Anlaşmasıyla Almanlarla dostluk ve barış sözleşmesi yapıldı. Ancak Sovyetlerin bu hamleleri karşıtlık doluydu. İyi ilişkiler kurmak ama dostluk için değil, sadece rejimi dışarıya yaymak tam anlamıyla tezatlık abidesiydi.

Karşılarında kökleşmiş kapitalizm vardı. Çok etkiliydi ve komünizmi de olumsuz etkileyebilirdi. Bu yüzden Stalin dış ilişkilerde iki yüzlü bir politika izlemeye karar verdi. Devrimi dışarıya taşımayı gizleyecekti. Yani hem dış ilişkiler kurdular ve hem de el altından devrimi yaymaya başladılar. İlk meyvesini 1923’te Hamburg’ta büyük işçi hareketlerinde almayı hedefleseler de hareket cılız kaldı ve Alman hükümeti kanlı ve çabuk şekilde bu hamleyi bastırdı. Bu tezat ve çarpık dış ilişkiler ideolojisi 1924 boyunca devam etti. 1925’in ortalarında bir sürprizle karşılaştılar. Batıdan önemli bir hamle geldi. İngiltere, Fransa ve İtalya SSCB’yi tanıdıklarını ilan ettiler. Bolşevikler için bu çok şaşırtıcıydı. Ama sevinmediler. Çünkü dışarıdaki konjonktür açık bir şekilde uluslararası komünizm olarak bilinen kominternin oluşmasına elverişli değildi ve daha çok çabaya ve zamana ihtiyaç vardı.

Kritik bir dönemeçteydiler. Akıllarında hep SSCB komünist yapısını koruyarak yayılmayı nasıl sağlayabilir sorusu vardı. Üzerlerinde Kızıl devrimin kanlı etiketi varken bunu başarabilmek de çok zordu. Bu yüzden yeni ve modern bir yüze ihtiyaç vardı. Bu da modern ve batıya yakın görünen bir diplomasi kimliği ile oluşturulmasını gerektiriyordu. Modern diplomasi kimliğinin arkasındaki düşünce şu oldu. Dış dünya ile ilişkilere geçilecek, onların içine yerleşilecek ve komünizm ile tanışmamış yabancı işçi ve emekçi organizasyonlarına sızılacak.

İlk hedef alanı olarak İngiltere seçildi.1924 yılından itibaren İngiltere’ye yöneldiler ve İngilizler onları tanıyarak ve elçilik seviyesinde ilişkiler kurarak olumlu cevap verdiler. Sovyetler için bu aranılan bir fırsattı ve hemen devrimi yaymak için uygun ortam hazırlamaya koyuldular. Komünizmden anlamayan İngiliz işçileri kısa bir süre içinde Rus ideolojisi içinde asimile oldu, çoğunun beyinleri yıkandı. Artık İngiltere’de solcu komünist anlayışa sahip bir nüve ortaya çıkmıştı (lemondediplomatique, cocktailrevelotionnaire).

1917’den itibaren Rus devrimin yerinden izleyen ve ana kaynaklardan haber yapma kültürünün öncüsü olan gazeteci Albert London o günlerdeki Sovyetlerin devrim ihraç etme metotlarını yakından görmüştür. O günleri şöyle anlatmaktadır;

1920’den sonra İngiliz ve Fransız fabrikaları kısa sürede birer Bolşevik üretim merkezine dönmüştü. Bolşevikler onları kandırmak için dostlar gelin siz de bizden olun. Burada bizimle beraber sizlerden çok arkadaş var ve hepsi de Bolşeviklereve komünistlere güveniyor. Hemen eşlerinizi ve çocuklarınızı alın ve bizim yuvamıza geçelim. Komünizmin güçlü elleri sizin bütün ihtiyaçlarınızı ve biletlerinizi karşılayacak. Altı ay boyunca Sovyet hükümetinin misafirlerisiniz. Sonra da geri dönerek gördüklerinizi ve öğrendiklerinizi anlatacaksınız. İyi şanslar yoldaşlar”.

Kısa süre içinde öylesine güçlü propagandalarla Batılı işçilerin gözlerini boyadılar ki, hiç birisi yüzbinlerin katledildiği Kızıl Devrim günleri ile ilgili duyduklarını hatırlamadı bile”.

Bu tür propagandalar sonucunda İngiltere’de Komünistler ve yanlıları işçi hâkimiyetini ele geçirmekte gecikmedi. 1925’e gelindiğinde de Rus ve İngiliz işçi sendikaları aynı çatı altında toplanmaya karar verdiler. Bu çok önemli bir gelişmeydi. Çünkü komünist yayılmacılığı için teorik olarak şekillendirilen dış politika uygulamada başarıya ulaşmıştı. Özellikle bu politikanın mimarı olan Stalin, parti içinde devrilemez bir diktatör konumuna oturmasına da yardımcı olmuştu.

Ancak İngiliz politikacıları ve askeri kanadı bu gelişmelerden çok rahatsızdı ve hamle sırası onlara gelmişti. İşçilerin İngiltere’yi bir iç savaşa sürüklemek istedikleri dillendirilmeye başlandı ilk önce. Ardından da Sovyetlere karşı İngiltere’de “Rusları yalnız bırakalım” sloganları yükseldi. Sonra da işçi sendikalarının yoğunlaştığı bölgelerde İngiliz ordusu asker sevkiyatı yapmaya başladı. İngiliz solu ise bu hamlelere karşılık olarak İngiltere Ruslara saldıracak şeklinde tepkiler vermeye çalıştı. Ama o zaman İngiltere’de ne kadar zayıf olduklarını anladılar. İngiliz solunun ilk ve son başkaldırısı oldu bu. Fakat Sovyetler yılacak gibi değildi. Bu sefer 1926’da İngiliz maden işçileri arasında solcular yayıldı ve sosyal çatışmalar ortaya çıkmaya başladı. İşin içinde yine İngiliz ve Rus solcuları tarafından oluşturulan ortak bir komünist organizasyon vardı. Sovyet yönetimi bu gelişmeleri izledi ve karışmama kararı aldı. Bu karar Stalin’e karşı fırsat kollayan Troçkistlerce çok ciddi boyutlarda eleştirildi ve korkaklıkla suçlandı. Hatta Stalin’in bir devrim haini olduğu söylemleri bile yükseldi.

Aslında Stalin için hedef değişmemişti. Komünizmin yayılması onun da önceliğiydi. Ama müdahale edilmesi halinde İngilizlerin dikkatlerinin çekileceğini de biliyordu. Troçkistler de bunu biliyorlardı. Fakat Stalin’in devirmek için her fırsatı da değerlendirmekten çekinmiyorlardı. Sürekli olarak dış politikada yayılmacı siyasetin iyi yürütülmediği ve sonuçta uluslararası bir kuşatma içine düştükleri vurgulanmaya başlanmıştı. Sovyet yönetiminin bir kısmında bu söylemler etkili olmuştu ve bazı gruplar gelişmelerden kaygı duymaya başlamıştı. İngiliz yönetimi ise soğukkanlı davranarak hareketi kısa sürede bastırdı ve ardından da SSCB ile ilişkilerini dondurma kararı aldı.

1925’te her ne kadar Avrupa’da iç barışın sağlanması hedeflenerek Lokarno süreci başlasa da esas hedef Sovyet yayılmacılığının önünün kesilmesiydi. Bu bağlamda zayıf Almanya sürece dâhil edilerek Sovyet baskı ve etkilerinden kurtarıldı. Ardından da Almanya için Milletler Cemiyeti kapısı aralandı. Bu hamleler Sovyetlerin içinde büyük bir panik yarattı. Onlar açık bir şekilde Batının Sovyetlerin karnına bir mızrak soktuğu şeklinde bu gelişmeleri algıladılar.

1926’da Stalin büyük ölçekli yayılmacı siyaseti bir kenara bırakarak Avrupa genelinde küçük ölçekli faaliyetlere girişti. İşçi hareketleri her tarafta başladı. Kolayca etkisiz hale getirildi ama komünist düşünce belleklere kazınarak şaşılacak şekilde büyük bir hızla yayıldı ve Avrupa kıtasında da kendisine ilerleme mihveri yaratabildi. Arka perdede Sovyetlerin olduğu hemen anlaşıldı. İngiltere de böyle bir fırsat bekliyordu. İngiliz topraklarındaki bütün Rusları sınır dışı etti.

Ancak Stalin yılacak gibi değildi. Bu sefer İngiltere’ye Batı düşüncesine yatkın diplomatlar göndererek tehdit olmadıkları imajı yaratmaya girişti ve geçici olarak Kominternin faaliyetlerini yavaşlattı. Ama dış dünya tepkiliydi. Almanya kesin bir dönüş ile Batı kanadına geçti. Çin’de Thang-Kai-Chek eski komünist yanlılarını katlettirdi, İngilizler Londra’daki bütün Rus bürolarını bastı ve belgelere el koydu, Fransa ise Rus elçisi Chiristian Rakovski’yi istenmeyen adam ilan etti.

1927 yılı Sovyetler için uğursuz bir yıl oldu. Onları içe kapanmaya ve kötümser olmaya götürdü. Aynı zamanda Stalin yol haritasını kendi çizdiği dış politikada revizyon yapması gerektiğini anladı. Yeni bir yüz lazımdı. O da Sovyetlerin Batıya bir şekilde entegre olmasını savunan MaximeLitvinov oldu. Stalin tarafından Troçkistlerin büyük bir nefretini almış bu diplomat dışişleri bakanlığına getirildi. Ardından da ilişkiler karşılıklı fırsatlar temelli yürümeye başladı. 1930’dan sonra Batı şunu anladı. Sovyetler ve komünizm tehdidi her zaman olacaktı. Onu durdurmanın sadece bir yolu vardı. O da kendi içlerinde onlara benzeyen kardeşlerin ortaya çıkmasına müsaade etmemekti. Ancak II. Dünya Savaşının yarattığı yıkım ve SSCB’nin bu savaştan güçlü çıkması, onları Kominformu küresel boyutta işleme politikasına geri dönmelerine imkan verdi.

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Henüz Yorum Eklenmemiştir.İlk yorum yapan siz olun..

Son Yazılar