Gündemde Türkiye’nin güvenliği var. Sınırların elek haline gelmesine izin vermeden içeriyi temizleme ve gerektiğinde sınır ötesi operasyonlar. Bunu NATO üyesi olarak pekçok görünür görünmez yönetemle çözdük. Ancak Türkiye’ye son dönemde giydirilmek istenen “deli gömleğinin” sıyrılıp atılması için dostlar ve dostlukların sorgulanması gerekti. Özellikle Patriot bataryaları üzerinden yürütülen tartışma ve ABD-Almanya-Hollanda bloğunun ikircikli tutumu Türkiye’yi yeni arayışlara sevk etti. Rusya… Dolayısıyla S400 anlaşması.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, askerimiz ABD ve müttefikler tarafından eğitildi. Ortak silah ve savunma sistemleri geliştirildi. Nihayetinde güvenlik, askerin bir alanı olarak söylem üretme, daima sivil-askeri bürokratik elitin tekelinde kaldı. Türkiye‟nin “milli güvenlik” tanımı, hele ki böyle bir tanımın olabileceği müttefiklerce neredeyse hiç sorgulanmadı. Biçilen rol, herhangi bir çatışma anında, neredeyse AB ve ABD’nin dostlarına zaman kazandıran bir ülke olarak konumlandırılmış olduğu görüldü.
İngiltere’nin AB’den çıkmasına sebep olan, neredeyse bütün referendum kampanyasının temel sloganı olan “76 milyonluk Türkiye Avrupa’da” dövizlerine ne demeli? Nüfus, ekonomik anlamda güçtür. Hele dinamikse, gençse başkalarının korkulu rüyası haline gelebilir.Almanya gibi AB bölgesinde en fazla nüfus artışı olan ülke dahi, yıllık 200 bin yabancı işçi ihtiyacından söz edebilmektedir. Aksi takdirde sosyal güvenlik sistemi iflasa sürüklenebilecektir.
Türkiye’nin, İmparatorluk bakiyesi algısı Sevr Antlaşması‟ndan bu yana aşırı tedbir ve sinikliğe odaklanmış durumdadır. Yayılan ve hızla büyüyen bir güçten; duraklayan ve gerileyen bir imparatorluğa dönüşen Osmanlı, özellikle son 300 yılına büyük güçlerin düşmanlığı tezini yerleştirmiştir. Buradaki güvenlik duygusu da İkinci Dünya Savaşı sonrası bütün kurumlarıyla batı klübünde yer alma ile sonuçlanmıştır. NATO ‘nun da dahil edildiği bu süreç, güvenliğin hep gündemde olmasının delilidir. Topraklarında gözü olan “Büyük Güçler” fobisi yeni değildir. Osmanlıdan başlayan toprak kayıplarıyla, hep bir geri çekilme korkusu ve “nereye kadar?” endişesi bu tarihsel arka planla birleşmiştir. “Ver kurtul” şeklinde söyleniveren sloganlar da bir tür “Sevr Fobisi”ne (Sévresfobia) yolaçmıştır.
Türkiye siyasi ve fiziki konumu gereği, sunduğu fırsatlar yanısıra riskler de içermektedir. Irak’ın Kuveyt’i işgali ve ardından yaşanan Körfez Savaşı, Orta Doğu‟da barış sürecinin çökmesi gibi “cini lambadan çıkaran gelişmeler” cehennemin kapılarını aralamıştır. Bunca değişkene Suriye ve Irak’ın bölünmesi ve yeni devletlerin denkleme girmesi sürecini tetiklemiştir. Zamanında Sykes-Picot tarafından oluşturulan sınırlar, bugün yetersiz ve anlamsızlaşmıştır. Bütün bu gelişmeler, hep Türkiye’nin yanı başında cereyan ederken amaç, ülkenin ve yönetimlerin yenide dizayn edilmesidir.
Türk toplumu karar vericinin sorumluluk da almasını istemektedir. “asker millet”, “ordu millet” tanımlamalarına uygun bir demokrasi süreci de yaşaması sebebiyle, geçmiş yıllardaki “darbe” yoluyla yönetimin ele geçirilmesi ve demokrasinin askeri yöntemlerle ortadan kaldırılmasına hemen hiç tepki vermemiştir. Orduyu ayrıcalıklı bir konum kazandıran bu durum ordunun veya temsil ettiği gücün yüceltilmesi ile ilgilidir. Ancak 15 Temmuz darbesi çaresizliğin değil “keyfiliğin” önünü açması nedeniyle halk nezdinde bir karşılık bulmamıştır. Çözüm bir kişi veya grubu silahlarla donatmakla olmamaktadır. O silahın bir gün halkına çevrilme ihtimali hep var olmaya devam edecektir. Bu endişenin miktarı ne kadar düşükse yönetilebilirliği o denli yüksek olacaktır
YORUMLAR